Avucumdaki Serçe

Sabahın serinliğinde pencereyi araladığında, içerideki hava dışarıyla buluştu. Geceden kalma sessizlik, yerini yavaşça uyanan sokak seslerine bırakırken, o hâlâ uykuyla uyanıklık arasında süzülen düşüncelerindeydi. Kahvesinden bir yudum almış, gözlerini gökyüzüne kaldırmıştı. Griyle mavinin birbirine karıştığı o ilk ışıkta, gözlerini ovuşturduğu sırada gördü onu: pencere pervazına konmuş minicik bir serçe.

İlk bakışta sıradan bir kuş gibiydi. Tüyleri rüzgârla hafifçe kabarmış, gagası ürkekçe aralanmıştı. Ama gözlerinde bir şey vardı. Bir çekingenlikten öte, tanıdık bir şey... Sanki kaybolmuş bir parça gibiydi. Adam, kuşun gözlerindeki titrek ışıltıya bakarken, içinden geçen düşünce şuydu: “Bu kuş buraya rastgele konmadı.”

Avucunu yavaşça uzattı. Bir çocuğun kar tanesini tutmaya çalıştığı o dikkatli sabırla... Serçe bir an tereddüt etti. Kanatları hafifçe kıpırdadı ama uçmadı. Sonra hiç beklemediği bir şekilde bir adım attı. Küçücük pençeleri adamın avcuna yerleşti. Adamın kalbi, göğsünde değil, sanki o minik bedende çarpmaya başladı. O andan sonra her şey değişti.

Günler birbirini kovaladı. Serçe her sabah pencereye gelmeye başladı. Adam onu beklemeyi alışkanlık edinmişti artık. Uyandığında ilk işi pencereye koşmak, avucunu uzatıp sessizce beklemekti. Serçe geldiğinde onunla konuşur, küçük kırıntılar verir, bazen de hiçbir şey yapmadan sadece varlıklarını paylaşarak otururlardı.

Aralarındaki bağ, sözcüklere sığmayan bir dilde kurulmuştu. Adam artık daha az konuşuyor, daha çok hissediyordu. Serçeyi izlerken kendi iç dünyasını keşfediyor, geçmişin tozlu raflarından çekip çıkardığı duygularla yüzleşiyordu. Ona her baktığında yalnızlığının eksik parçasının yerine oturduğunu hissediyordu.

Ve zamanla bu his büyüdü. Gittikçe artan bir bağlılıkla, bir aidiyet duygusuyla... Serçeye sadece alışmamıştı, ona bağımlı hale gelmişti. Onun gelişiyle başlayan günler, bir süre sonra onun yokluğunda anlamsızlaşmaya başladı.

Bir sabah, serçe yine geldiğinde adam onu avcuna aldı. Her zamankinden biraz daha uzun tuttu. Tüylerini daha fazla hissetmek istedi, o narin gagayı biraz daha yakından görmek, o minik kalbin atışlarını biraz daha derinden duymak... Belki sadece sevdi. Belki de içindeki boşluğu tamamen onunla doldurmak istedi.

Ama o anda fark etmediği bir şey oldu. Sevmek bazen sadece sevgidir. Ama bazen de korkutucu bir tutuşa dönüşebilir. Ve adam o sabah farkında olmadan serçeyi biraz fazla sıkmıştı.

Serçenin gözleri büyüdü. Kanatları hareketsiz kaldı. Gagası kapandı. O narin beden sevgiyle sarıldığını değil, tehdit edildiğini hissetti. Bir kafesin içine düşme korkusuyla doldu kalbi.

Adam bunu fark ettiğinde hemen elini gevşetti. Ama serçe çoktan kararını vermişti. Bir çırpıda uçup gitti. Sessizce, iz bırakmadan.

O günden sonra pencere hep açıktı.

Sabahlar yine aynı sessizlikle başlıyordu ama artık o ilk sabahki gibi umut taşımıyordu içinde. Pencerenin önündeki masada kahve yine aynı saatte soğuyordu ama bu kez kimse onun buğusunu paylaşmıyordu. Rüzgâr perdenin ucunu içeri doğru savururken, adam yerinden kalkmadan oturuyor, gözleriyle ufku değil, yalnızlığını izliyordu.

Serçenin yokluğu evin her köşesine sinmişti. Sanki kuş sadece bir ziyaretçi değil, ruhunun bir parçasıymış da gitmekle birlikte onunla beraber bir şeyleri de alıp götürmüştü. Sessizlik artık huzur değil, bir çeşit yankıydı. Adam kendi içinden yükselen sesleri dinliyordu: "Sıkmadım ki çok... Sadece biraz daha tutmak istedim. Kalsın istedim."

Ama içten içe biliyordu. Sevgi bazen avuçta fazla tutulduğunda tüyleri okşamaz, incitir. O minik can sıcaklığı sevmişti belki ama sıkılıp boğulmayı değil. Adam bunu o an fark edememişti. Çünkü korkuyordu. Kaybetmekten... yalnız kalmaktan... içindeki boşluğun yeniden büyümesinden.

Şimdi ise o boşluk hiç olmadığı kadar genişti. Kalbi, o serçenin dokunduğu yerde ağır bir suskunluk taşıyordu. Her sabah ıslık çalmaya devam etti. Serçenin sevdiği ezgiyi... Üç notalık, basit bir melodi. Ama içinde özlemin bütün renklerini taşıyan bir çağrıydı bu. "Gel," demiyordu. "Buradayım," diyordu sadece.

Bazen sabahın ilk ışıklarında, bazen akşamüstünün turuncu gölgelerinde oturuyor, gözleriyle gökyüzünü tarıyordu. Uzak bir telin ucunda, bir ağacın dalında, bir bulutun kıyısında belki küçük bir gölge arıyordu. Ve her defasında içinde küçücük bir umut, ardından koca bir boşluk bırakıyordu.

Pencere pervazında duran ekmek kırıntıları rüzgârla yerlere savruluyor, kuşlar geliyor ama hiçbiri onun serçesi olmuyordu. Her küçük tüy parçasında gözleri parlıyor, sonra da soluyordu. Başkalarının uçuşu onun kalbine iniş yapmıyordu.

İnsan sevdiğiyle kurduğu dil başka olunca onun yokluğunda kimseyle konuşamaz hale geliyor. Adam da öyleydi. İnsanlara karşı sessizleşmişti. Kalabalıklarda daha da yalnız hissediyordu. Çünkü onun dili artık ötüşlerdeydi, küçük çırpınışlarda, minik bir kalbin ritminde.

Zaman geçtikçe ıslıklar seyrekleşti. Umut ne kadar direnirse dirensin bekleyişin yüküyle yavaş yavaş kırılır. Adam günün birinde ıslığı dudaklarında unutmuştu. O sabah öylece oturdu sadece. Ne elini uzattı pencereye ne gözleriyle gökyüzünü taradı.

Ama işte tam da o gün serçe çok uzaktan onu izliyordu. Uzak bir çamın dalında, rüzgârın arasında gizlenmişti. Her günkü gibi sabahı dinlemiş, adamın ıslığını beklemişti. Ama bu kez sessizlik başka bir anlam taşıyordu. O sessizlikte bir vazgeçişin, bir kabullenişin yankısı vardı.

Serçenin içi ürperdi. Küçük kalbi çarptı, kanatları telaşla kıpırdadı. O da yalnız kalmıştı aslında. Uzakta güvenli bir dalda beklemek kolaydı belki ama sevdiği gözlerin sessizliğe gömülüşünü izlemek işte bu onun da canını acıttı.

Gagasında söylenmemiş bir özür, kalbinde yarım kalan bir sevgiyle çitin üstüne kondu sonra. Gözlerini kıstı, başını yana eğdi. Adam pencerenin önündeydi. Elinde bir kâğıt, dudaklarında bir mırıltı. Dinledi, sustu, dinledi yine. Ve o an anladı: adam hâlâ seviyordu.

Ama bu kez sevgi sıkı bir tutuş değil, açık bir avuçtu. Serçe bir an düşündü. Sonra kanatlarını açtı. Ve uçtu... pencereye doğru... usulca, sessizce, ama kararlı bir özlemle...

Adam kalbinden yükselen sesle mırıldandı:

Viran oldu gönlüm
Uçtu gitti canım kuşum
Ürktü vardı fizana
Gelse de ötse can kuşum
Okşasam da başını
Uçsa gitse kara ormana
Benim güzel can kuşum...

Serçe adamın parmaklarına konduğunda gözleri nemliydi. Adam kuşu avuçlarının içine almaya korkuyordu; belki bir daha aynı hatayı yaparım diye. Ama serçe bu kez kaçmadı. O narin gagasıyla adamın parmak boğumlarına dokundu, sanki “Artık seni affettim,” demek ister gibi.

Adam gözlerini yumdu ve fısıldadı:

— Ne çok bekledim seni...

Serçe başını hafifçe eğip ona baktı. “Ben de seni... ama korkuyordum,” der gibiydi. O an ikisi de bir şey söylemeden uzun uzun sustu. Çünkü bazı kelimeler ancak kalbin içinde söylenebilirdi.

Adam gülümsedi sonra, titreyen bir sesle:

— Bir daha hiç tutmayacağım seni... sadece yanında duracağım. Sen istersen gelirsin.

Serçe usulca başını adamın yanağına sürttü. Sonra gökyüzüne baktı. Göz göze geldiler. Adam dedi ki:

— Ben seni tutmak için değil, birlikte uçmak için sevmiştim. Ama senin kanatlarının kıymetini anlayamadım. Şimdi sadece seninle yan yana olmak istiyorum. Nerede olursa olsun.

Serçe hafifçe öttü. Bir zamanlar içini kanatan, gagasından bile çıkamayan o ses şimdi özgürce yankılandı odanın içinde. Ardından serçe o şiirini söyledi:

Sıktın canımı, incittin
Kanatlarımı çırpınmaz ettin
Ötemedim, şakıyamadım sana
Beni yine sev de incitme...

Adamın gözlerinden yaşlar aktı. Kalbinde bir şey yumuşadı. Ona yaklaştı, usulca fısıldadı:

— Gel de geleyim can dost...

Bu sözleri duyan serçe kanatlarını açtı ama uçmadı. Adamın omzuna kondu. Ardından sessiz bir gülümsemeyle:

— Ben gitmedim ki... sadece gökyüzünü hatırlamam gerekti.

Adam serçenin gagasını avucuna aldı. Öptü. Kalbinin üstüne koydu onu. O an zaman durdu. Dışarıda rüzgâr esmeyi unuttu, güneş bulutların ardından yavaşça başını uzattı. Sanki dünya da onların yeniden buluşmasına şahitlik etmek istiyordu.

Serçe başını adamın boynuna yasladı. Fısıldar gibi konuştu:

— Ben her sabah senin için şakıyacağım. Ama sen ne olur pencereyi hep açık bırak. Kalbini de.

Adam başını salladı.

— Söz. Bir daha kapatmayacağım. Ne elim, ne sesim, ne kalbim kafes olacak sana. Sen özgürken güzelsin.

Gün battı. Gölge uzun uzun uzadı. Ama içlerindeki ışık hiç sönmedi. Belki bir adam ve bir serçeydi onlar. Belki yalnızca bir aşkın şiiriydi bu.

Ama her sabah o pencereden bir serçe sesi duyuluyordu. Ve içeride biri başını yastığa koymadan önce şöyle diyordu:

— İyi geceler, can kuşum.

Ve serçe tam da o anda tek bir ses çıkarıyordu:

— Sen de, kalbim... sen de.

19 Temmuz 2025 8-9 dakika 2 öyküsü var.
Beğenenler (4)
Yorumlar (2)
  • Merhaba öncelikle. Daha önce kaleminizden deneme ve öykü okudum mu emin değilim, ama şu anda okuduğum serçe öyküsüne bayıldım. Hem örgüsü hem içtenliği hem de o güçlü bağı yüreğimde hissettim. Bizim de balkonda bir serçe hanım var. Her sabah bu yazdığınız şeyi yaşıyorum. Demek ki insanlar olarak benzer duyguları yaşıyor ve gözlemliyoruz. Çokça tebrik ediyorum. Ayrıca bizim çatıdaki serçeden sizin pervazdaki serçeye selamlar. Gerçek sevgi kendisini hissettirir. Ama yürekler sevgiyi görmeye, hissetmeye ve yaşamaya uygunlarsa. ✏️👏🤚

  • 9 gün önce

    Genç kalemlerin edebiyata gönül ve emek vermesi umut adına çok güzel bir olay genç arkadaşımızı kutlarım sevgiler