Bir Dağ Köyünde Çocuk Olmak
BİR DAĞ KÖYÜNDE ÇOCUK OLMAK
1970’li yıllardı. 13-14 yaşlarında 12 çocuklu bir ailenin en küçük oğluydum. Bir dağ köyünde çocuk olmak, her şeyden önce çocukluk hayatını gönlünce yaşayamamak demektir. Çocukluk hayatın ya öküz ya da oğlak gütmekle geçer. Çünkü köy demek iş demektir. Köy yerinde ekmezsen ve dikmezsen olmaz; keçi, koyun, öküz, inek tutmazsan olmaz. Bu sebepten çocuk olarak yedi yaşına geldiysen artık bir işin ucundan sen de tutmak zorundasın demektir.
Köyde o yıllarda mayıs bir olunca okullar tatile girer ve yaz tatili başlardı. Benim de hisseme genellikle oğlak gütmek düşerdi. On üç, on dört yaşlarındaydım. Bir gün akşam oğlak gütmekten eve geldim. Rahmetli babam oğlum “Hayrullah” diye seslendi. “Buyur baba” diyerek yanına vardım. Bana “Oğlum, bizim Delik Taş’a domuz iniyormuş, bu gece köpeği de al ekin beklemeye git” dedi. Hiç düşünmeden “Tamam baba” dedim. Ardından alelacele rahmetli anamın pişirdiği alaca sıcak pilavla karnımı doyurup yanımda Karabaş köpeğim olduğu halde akşam vakti yollara düştüm. Tarlamız 4 km uzaklıkta ormanın eteğinde bir yamaç yerdi. Köpeğimle tarlaya varınca ilk işim bir ağacın dibini ellerimle yatacağım yerin taş ve çalılarını temizlemek oldu. Uykum gelince öylece kıvrılıp yatıp uyuyakaldım.
Bir zaman sonra Karabaş’ın havlamasıyla uyandım. Ekine domuzlar gelmişti. Ancak karanlıkta domuzları göremiyor, sadece domuzların ayak seslerini işitiyordum. Karabaş durmadan havlıyordu. Ben de yanıma aldığım boş tenekeye bir sopayla vurup ‘hohoho, hahaha’ diye garip sesler çıkartarak domuzları korkutup kovmaya çalışıyordum. Günlerim böyle gelip geçiyordu. Çocuktum amma korkmuyordum. Çünkü yanımda Karabaş’ım vardı. O benim kahramanımdı ve o yanımda olunca hiç korku aklıma gelmiyordu.
Yine bir akşam vakti oğlaktan gelmiştim. Babam yine “Hayrullah” diye seslendi. Ben de “Buyur baba” diyerek yanına koştum. Bana “Oğlum, bizim dağ dibindeki tarlaya ayı geliyormuş, ekinleri mahveder, bu gün sen o tarlaya git, ben de Karabaş’ı alıp Delik Taş’a domuz beklemeye gideyim” dedi. Bu sözü duyar duymaz başımdan kaynar sular döküldü. Hemen aklıma Ramazan dedenin ayı hikâyesi geldi. Ancak, babama hayır demek mümkün değildi. O ne derse yapmak mecburiyetindeydik. Bu yüzden sadece “Tamam baba” dedim.
Ramazan dede dağdan geçimini sağlamak için ağaç kesmiş ve ağaçların kabuklarını soyup dağa bırakmış. Belli bir süre geçince kuruduktan sonra ağaçları almaya gitmiş. Ağaçların yanına vardığında bir ayıyla karşılaşmış. Ayı ağaçların altını eşerek oraya yavrulamış. Ayı, yavrularını korumak amacıyla hemen Ramazan dedeye saldırmış ve epeyce boğuşmuşlar. Bu esnada ayı, Ramazan dedenin bacağını ısırmış. Ramazan dede can havliyle cebinde bir çakı bıçağı olduğunu hatırlayarak onu çıkarıp ayıya sallamış. Ayı bıçak darbesiyle Ramazan dedeyi bırakıp kaçmış ve Ramazan dede de böylece kurtulmuş. O zamanın şartlarında kimse Ramazan dedeyi hastaneye doktora götürmemiş. Bu nedenle de Ramazan dede ömür boyu topal kalmış.
Babam bana “Ayı beklemeye git” deyince aklıma hemen bu hikâye geldi. Çok korkuyor olmama rağmen babama bir şey diyemiyordum. Babam bu hususta çok katı bir adamdı. Kendisine “Tamam baba” demekten başka çarem yoktu. Üstelik Karabaş’ımı da bana vermiyordu. Çaresizce akşamüstü yine yollara düştüm. Aklım karmakarışıktı. İçimden ya ayı gelirse ne yapacağım, ayıyla nasıl mücadele edeceğim benzeri sorularla yola devam ederken yolumun üstündeki elma bahçemizin yanına geldim. İçimden bir ses “Burada kal Hayrullah” dedi. Ben de içimdeki korkuyla bu sese ‘”Evet” dedim. Zira en iyisi burada kalmaktı. Günlerce böyle yaptım. Babamın her gün sorduğu “Oğlum ayı geliyor mu?” sorusuna sürekli “Hayır gelmiyor” cevabını verdim.
Ekin hasat zamanı geldiğinde ekinler perişan olmuştu. Fakat yapacak bir şey yoktu. Babamın korkusu beni yalan söylemeye mecbur bırakmıştı. Babama gerçeği otuzlu yaşlardan sonra anlattım. Rahmetli babam “Demek öyle mi yaptın?’ diye kafasını salladı. 1970’li yıllar köy hayatı böyleydi. Çocukluk yıllarımız böyle hikâyelerle dolu. Kalın sağlıcakla.