Buzdan Kılıç-2

(Siyah Bereli Kadın)





'Kalbimin işi var şu an müsait değilim
Hatırlat sonra kırarız beraber'





I.
Burası; yan sanayi gökyüzünün altında hakiki masallar sunulan mekanik rüyalar tiyatrosu. Dünyanın yarısını yok edenlerin dilinden akan karmaşa atlarının sesleriyle uyuyan plastik melekler fabrikası. İnsanlara binalar ve arabalar gibi bakan ulu karanlığa serpiştirilen nöronların arasında, ruhuma çakılan çivilerden ve yüzüme çarpan yanık şehirlerden favori enkazlar yaratıyorum burada. Bir süre sonra bütün ipucu tabelalarını toplantıya çağırıp bunun idamlık bir şiir olduğuna karar veriyoruz. Hem idamlık hem papyonsuz kelimeler sözlüğü; yeryüzüne dil çıkaran yıldızlar kümesi.




Sanatsal böceklerin gürültüsünden kaçıp kibrit çöplerinden yaptığım nöbetçi kulübesine atıyorum uyumsuzluğumu. Uyumsuzluğum tek uyum gösterdiğim şey. Dünyanın hep yaralı yüzünü görerek yaşıyorum uzun zamandır. Bir de pencerem var. Kendimden kurtulmak istediğim zamanlarda 'intihar etmek sakıncalı ve suçtur' desenli perdeyi çekip, ıssızlığın gagasına atıyorum birikmekten ölmüş seslerimi. Caddelerde telaşla yokuşuna koşuşan bir yığın insan içimi karartmaya yetiyor.





II.
Karanlık çökünce siyah beresiyle pencereme bakan o kadın dilsiz yalnızlığını eliyle işaret edip uzaklaşıyordu. Bunu ilk başlarda olağan karşılamıştım her şey gibi. Onu her akşam aynı saatte orada öylece, kimliksiz görmeyi yadırgamıyordum. Kopuşlarımın bir parçasıydı ve ben bunu caddenin işlevsiz bir uzvu gibi görmeye alışmıştım.




Sağanak yağmurdan bütün homo faber'ler, yani yıkımların ve can yakmaların tek sebebi olan duygusuz insanların saçak altına kaçıştığı bir akşam, hiç kımıldamadan yine oradaydı siyah bereli kadın. İyice ıslanmıştı. Şemsiyesi ve yüzü yoktu. Siyah beresi ve hiçliğiyle öylece bekliyordu. Küçücük ellerinde hayallerimin özetini tutuyordu bu kez. Binlerce insanın sesi aniden kesildi, örümceklerin ayak sesleri, kedilerin ayak sesleri, kuşların ayak sesleri ve mayına basan kelebeklerin kanat sesleri yapıştı hayalet penceremin camına. Çıkıp onunla konuşmak istedim, hızla aşağıya indim, çıkışta bir cümle yakaladı beni 'emin misin' diye yankılandı el ele tutuşmuş renklerin ağzından. Kimliğimin üzerine geçirdiğim iki hecelik mırıltı ve sokağa iç çamaşırlarıyla çıkan duygularımla koşarak dışarı öldüm.




Arkasını dönmüş yürüyordu. Öyle hızlı koşuyordum ki, o yürüyerek bile benden hızlıydı. Arkasına dönüp 'gel' der gibi işaretler yapıyor, ben düşüyordum, gölgesi kaldırıyordu. Yüzü yoktu, mimikleri yoktu. Nereli olduğunu bilmediğim bir rüzgâr alay ediyordu yerçekimine yenik düşen aklımla. Bir süre sonra onu kaybettim kendi içimde, yoktu. Delirmiş olmalıyım.






III.
Tekrar eve döndüm. Yarım bıraktığım birkaç kitap masada acıyarak bakıyordu meslekten men edilmiş memur izlenimli yüzüme. Sartre okumaktan nefret ediyorum. Onun kendi yazdıklarını anladığından şüphe ediyorum. İnsanlarla alay ettiğini düşünüyorum bazen. Chuck Palahniuk görünmez canavarlarıyla uykuma eşlik ediyor ve sabah olunca sekiz beş mesaisi için düşsel yorgunluğum beni devlet kokulu kocaman küçük dünyama uğurluyor. Hesaplar, defterler, hesap makineleri, faturalar, günaydınlar, iyi günler ve bir sürü duygusuz kelimeler gün boyu yankılanıyor saçları beyazlamış odalarda. Buyurun nasıl yardımcı olabilirim-lerden sonra ezilen büzülen edilgen insanlar Allah razı olsun-larla ayrılıyorlar. Düşünmeye zaman bulmak için lavaboya gidiyorum. Yoksa siyah bereli kadın deliliğimin bir yansıması mıydı diye geçiyor içimden. Tanrım neler oluyor bana böyle. Bu içimdeki bozkır benden habersiz neler çeviriyordu?




Saat beş olunca işyerim olan okulun çıkış kapısında biriken dünyalı kalabalık, iyi akşamlarla, maça gidelim mi-lerle, akşam takılalım iki tek atalım mı-larla, asıl mesleği öğretmenlik iken zamanını daha çok cemaat toplantılarına ayıranların koşuşturmalarıyla, gayet her şey yolundaymışçasına ayrılmaya başlıyorlar ücretli köleliklerinden. Kitap okumayan edebiyat öğretmenleri, öğrencileri müşteri gibi gören zihniyetleriyle yöneticiler, felsefeden nefret eden felsefe öğretmenleri, Freud'u hiç anlamayan psikolojik danışmanlar, Tesla'yı çözemeyen fizikçiler ve bir yığın eğitilmeye muhtaç eğitmenler evlerinin yolunu tutarken çekyatlarında uzanıp eşlerine emirler yağdıran sistemin azılı davulcuları, o kadar çok ki onlar, öçlerimin listesini bile tutmuyorum artık.







IV.
En sevdiğim şey işten sonra biraz yürümek. Yürüdükçe iplerim çözülüyor. Yürüdükçe tenime sinmiş bütün kötülüklerin döküldüğünü hissediyorum. Boynum ağrılardan kurtuluyor. İçim yumuşacık oluyor. Kapım çalınıyor sanki en sevdiğim biri tarafından, sanki o en sevdiğim biri bana dudaklarını gönderiyormuş gibi ıslanıyor göğsüme yapışmış bozkır. Tanrım aşk beni terk edeli nerdeyse bir asır olmuştu. Bozkırım bile benden fazla konuşuyor, üstelik izin bile almadan. Hayır diyorum ona hayır;




'Kalbimin işi var şu an müsait değilim
Hatırlat sonra kırarız beraber'





Evet, kalbimin önü kayalıklarla dolu. Düşenlerin düştükleri anki çıkardıkları seslerle dolu. Kanatılmış sözcüklerle dolu. Öyle dalgın ve kıstırılmış yürürken arkamda ıssızlığımı öpmeye çalışan bir dudak, gölge kadar yakınımdan kulaklarıma bir masal fısıldadı aniden;




'Ne zaman kuş seslerinden merdiven yapsam sana,
kanatlarını içerde unutmuş bir güvercin olurdun'




Dönüp arkama baktığımda o kadın, siyah bereli kadın, çocukluğuna misafirliğe gitmek için çoktandır arıyormuş kimsesizliğimi. Köydeki evden ve incir ağacından bahsedecekmiş.



'Hâlâ duruyor mu yerinde'






Üşümeye başlamıştım. O buzdan kılıç tekrar göğsüme saplandı. Yıldızlar yere indi. Eğitilmiş sanrılarım hiç bu kadar başıboş olmamıştı. Ey gözyaşlarımı şifresiz izleyen dünyanın bütün seyircileri, en iyi siz biliyorsunuz ne zaman şiir yazsam sevgilim beni terk ederdi. Ne zaman şiirden devrim beklesem bir işçi ölürdü his kazasıyla. Ne zaman bir melek sevsem, birileri 'en iyi melek ölü melektir' diye nefretle bağırırdı. Uzun zamandır çocukların ulaşamayacağı yerlere saklıyordum vazgeçtiğim lanetlerimi. Şimdi içime yerleşen bu bozkır ne vakit vermişti ki yaşam siparişini, ben fark edemedim.




'O köyü ve incir ağacını hurdacılara bıraktım,
bizden kalan diğer şeyleri de tinerciler topladı'







V.
Siyah bereli kadın, yirmi yıl öncesinden, adını bahçemizdeki incir ağacına kazıdığım bir kuğuydu. Yıllar onu da değiştirmiş. Camlaşan ruhuma taş atıp uzaklaşmıştı. Sözcüklerin ateşten yapıldığına ondan sonra inanmıştım. Omzumun kemanla tanışması, bazı günler küstah bir harfe dönüşmem, ayrıntılarından hayat ayıklayan bir sefil gibi gönüllü olarak adımı çölün girişine yazdırmam, hayal kurmak için kiralık bulutlar tutmam hep ondan sonra başlamıştı. Şimdi evini başka yere taşıyan leke, gelip uydurma krallığıma komşu olmak istiyordu... Ve akşam, koca ağzıyla günışığını yutmak üzereydi. Eğilerek baktım, dipsizlikten baktım, yok oluştan baktım, hiçlikten ve varlıktan baktım. Gördüğüm; sadece bir gövdeydi. Bütün bu anlattıklarım sadece bir gövdeye denk geliyordu. Anlamı yarı yolda bırakmış, her tarafına dünya bulaşmış mutlu! bir gövde. Çok sonraları başka bir zamanda yüzüne rastladım onun; imla hatalı bir kalabalığın ortasında umutsuzca bağırıp duruyordu;




"Yok mu fazladan rüyası olan"






VI.
İki şehrin hikâyesinde Sudney Carton; 'şimdiye kadar yaptığım her işten çok daha iyi bir iş yapıyorum. Bu güne kadar böyle bir huzura kavuşmamıştım' Derken ölümü seçmeye karar verdiği an geldi aklıma. Benzediği adamın yerine geçerek sevdiği kadın uğruna giyotine giden bir adam. Bu nasıl bir his ki böyle diye günlerce etkisinden kurtulamamıştım.




Siyah bereli kadın, oysa onun bir adı vardı, onun eskiden bir adı vardı sıfatlardan ve zamirlerden çok önce; Heja. O duyguyla sevip ayrılmıştım ondan yıllar önce. Onu yeniden görmek, şiirlerle arınan kalbim için hayat toplamaya çıkan kelebeklerin dönüşü gibi inanılmaz bir şölen şimdi bu.





'Kötü bir rüyanın açtığı çukuru doldurmaya geldim.
Yüzünü ezberleyebilir miyim yakından
karşılığı ödenmemiş bir yara için'






Düşlerimin arasında çiğnediğim büyülü gerçekliğin tahtaya kaldırdığı bir öğrenciyim küçük cümleler sınıfında. Aşk bir yolculuksa ayaklarıma güvenmeliyim. Kitaplar öyle söylemiyor belki ama kitaplar da cennetten çıkmadı.





'Hadi gel, hiçbir soru sormadan geçmişe
yarınları kurumuş çeşmelerin altına
kullanılmamış bir anlamı koyup gidelim buradan'





Çünkü burası, gülüşünün değdiği yeri göstermeyen trajik renkler taşıyan bulutlarla dolu. Çünkü bize hiç ummadığımız zamanlarda bazen yıkım bazen de alçaklık verilir; ağırlaştırıcı sebeplerden. Kirleniriz ve alışırız kötü ve ruhsuz yaşamaya. Hadi gidelim gecikmiş maviye. Gidelim mi?

04 Şubat 2014 8-9 dakika 7 öyküsü var.
Beğenenler (1)
Yorumlar (2)