Dicle
Bir daha baktı Dicle’nin yüzüne. Bağırıp içindekileri dökmek için bir şey söylemesini
bekliyordu. Dicle bağırdıkça öfkesi kabaracaktı. Eline ne geçirdiyse hırsını almak için onunla
vuracaktı. Dicle bağırsa, yüzünü ekşiterek, hatta tiksinerek ona baksa rahatlayacaktı. Ama
susuyordu. Gözlerinde bir boşluk, tavana bakıyordu.
Dizlerinin üstüne çöktü. Dicle’nin yataktan sarkan elini avucuna aldı. "Dicle'm." dedi.
Kızdığı için yaptığı şeylerdi. Köpürmüş bir nehir gibi kıyılarını
yıkarak patlamıştı öfkesi yine. Kısa sürerdi bu krizler. Sakinleşirdi hemen sonra. Diz çöküp Dicle’nin saçlarını okşarken,
"Aldırma."derdi. "Kendimi kaybettim.”
Dicle her seferinde umutla durulurdu. Bir çocuk heyecanıyla
yüzü aydınlanırdı. Sakin sakin akardı bu sıcak anın içinden Dicle yeni
baştan tutunduğu umuduyla. Aklından silerdi kendinden geçmiş halini adamın. Yüzündeki
ifadeyi unuturdu. Unutmuş gibi mi yapardı? Kendi bile bilmezdi. Ya da kendine fısıldar mıydı
aynanın karşısında morluklarına bakarken: “Beni bir gün öldürecek.” diye.
Dicle’nin bin yıllık acılar taşıyan gözlerine kederle baktı.
“Irmak gibi gözlerin!” derdi. "Dicle gibi coşkulu." Dicle nehrini hiç görmediği halde
coşkulu olduğunu düşünürdü. Ufak tefek kızın ismini o köşede ilk duyduğunda içinde bir
şeyler coşmamış mıydı? Var olma sebebi değil miydi bu coşku? Coşkusu ellerinden, gözlerinden, dilinden taşmamış mıydı?
Artık menderesler çizen bir nehre dönüşecek, durulacak, Dicle’nin
kollarına karışacaktı.
Sokaktan çıkarken kavuşturduğu kollarına. Küçücük olurdu o anlarda. Koşup kucaklamak isterdi bu ufak
tefek kızı. Rüzgâr alıp götürecek diye ödü patlardı. Uzun bir bekleyişin ardından kapkara
gözleri sokağı doldururdu. Sokak Dicle olurdu. Saçlarının karası olurdu gökyüzü. "Karakız."
demişti günler boyunca o köşede yolunu gözlerken. Dicle’yi görünce nefesi hızlanır, eli ayağı boşalırdı.
Bir gün “Yardım edeyim!” deyiverdi. Dicle’nin taşıdığı torbaları göstererek.
"Ne münasebet!”
Kapkara şimşekler çakarak bakmıştı Dicle. Köşeden kayboluncaya kadar arkasından
bakakalmıştı. Dicle’nin uzaklaşması dayanılmaz bir hüzne dönüştü o gün. Gece daha karanlık
oldu, rüzgâr daha soğuk esti. Yalnızlığı koyulaşıp onu çepeçevre sardı. Kederini
anlatmaya kelime bulamadı, avazı çıktığı kadar bağırmak istedi. Ama sadece bakıp gülümsedi incecik kollarını hırsla savurarak yürümesine.
Kolunu düzeltti, yanına koydu Dicle’nin. Yüzünde o akşam ki kızgın bir ifade ile bakıyordu. Kaçar gibi köşeyi dönmüştü. Sonraki zamanlarda kaçtı Dicle. Köşe başında bekleyen heyecan dolu bakışları daha ilk
günden fark etmişti. Derinlerde bir his bakışlarını
yere sabitlemesini söylemişti günler boyunca o köşeden geçerken. Ama bir gün gözlerini kaldırdı
Dicle. Derin siyah bakışlarından bir ılıklık geçti. Dicle'nin coşkusuna bir durgunluk çöktü.
Gözleri sadece bir anlık karşılaştı. Kalbi bir serçeye mi dönüştü? Neydi o telaş?
Dönüp arkasına bakmasını bağıran bir ses kafasının içinde yankılanıyordu. Adımları her
günkünden daha yavaştı. Çantasını önüne çekmiş, sarılmıştı farkında olmadan. Yüzündeki
gülümsemeyi görse kendi de şaşardı. Köşede kaybolmadan önce döndü. Baktı. Sokağın
başındaki siluet içini titretti. Nefesi hızlandı. Bir an önce bir kuytuya çekilmek istiyordu.
Sadece kendisinin duyacağı cümleleri düşünmek, ruhundaki heyecanın ellerinde titremeye dönüşmesinin hazzını yaşamak istiyordu. Dicle, suları sakince yalpalayan bir ırmak gibi mırıldanmak istiyordu. Gözlerindeki bakışın sıcaklığını kendinen başkası farketsin
istemiyordu. Koşarak eve girdi. Annesine bakarken o siyah gözlere gülümsedi. Odasına
kapandı.
Köşeden kaybolmadan önce Dicle’nin tebessümünü görmüştü. Bakışlarındaki heyecanı da… bütün gece o bakışlarıdaki derinlikte çırpındı. Aynı köşede daha bir umutla bekledi ertesi gün.. Dicle görününce yavaş adımlarla kızın geçeceği yola yaklaştı. "Adınız nedir?" deyiverdi. Dicle durulmuş bir nehir gibi yavaşladı. Başını öne eğdi. Bir şey
söylemedi bir süre. Kaçamak bir bakış attı. "Dicle." dedi. Koşturarak
uzaklaştı. Köşeyi dönmeden önce durdu. Gülümsedi. Kayboldu.