Fawnhill Kasabası
Fawnhill, Lancashire tepelerinin kıvrımında gömülü, sanki sis doğurmak için yaratılmış kederli bir vadideydi. Taş evlerinin çatısı hep ıslaktı. Öyle ki, kiremitlerin aralarından sızan yağmur, insanın iliklerine kadar işleyen soğuk bir yük taşırdı. Köy meydanında tek bir çan kulesi yükselir, çanın sesi sabahları buğulu havayı yararak tedirgin kuş sürülerini bile havalandırırdı.
Kasaba halkı kendini “Sade Hristiyanlar” diye tanımlar, ama sadelikleri kadar kuşkuları ile tanınırlardı. Yıllar önce kuzeydeki, Salem Cadı Mahkemelerindeki haberler İngiltere’ye ulaştığında, Fawnhill papazı, Zachary Collingwood minberden şöyle haykırmıştı:
“Şeytan Amerika’da arandı, ama bir kanadını da Britanya’ya saldı. Ayak izlerini bataklıkta, büyü sözcüklerini yoksul kulübelerde buluruz! Onları görürseniz, aç ve susuz bırakın.”
O günden sonra her ateşin üstünde bir göz, her gölgenin gerisinde bir fısıltı arandı. Ne zaman bir inek nedensiz ölse, bir bebek geceleyin ağlamayı bıraksa, suç bataklıkla bir örnek, en dipte yaşayan en güçsüz insana, yani ihtiyar Martha Barlow’a atılırdı.
Martha, kasabanın güney yamacında yosun tutmuş bir kulübede yaşıyordu. Yetmişine merdiven dayamıştı. Saçları kül rengi, bakışları tatlı sert bir kış güneşini andırıyordu. Kocası yıllar önce demir ocağında can vermiş, tek oğlu da kraliyet filosunda kaybolmuştu. Geriye, yarısı tükenmiş bir mum gibi, Martha’nın zar zor ışıldayan varlığı kalmıştı.
Kimine göre Martha tuhaf davranışlar sergileyen son derece sert biriydi;
Kendi kendine konuşur.
Ay tutulurken kulübede ışık söndürmez.
Şifalı ot toplar, kemik ağrılarına merhem yapar.
Otlar, Tanrı’nın merhametli toprak yüzeyi; kendi kendine mırıldandıkları ise, rahmete karışmamış olan bireysel dualarıydı.
Tekinsiz bir ilkbahar akşamında, kasabanın fırıncısı John Rudd’un üç gün arayla iki ocağı da patlayıp ekmek hamurları küle dönünce, herkes gözlerini Martha’ya çevirdi.
“Hamura nazar değdi” dedi Rudd’un karısı.
“O nazar yamacın kulübesinden geldi.” dedi sonra bir başkası.
Papaz Collingwood ise, uzun zamandır aradığı delile kavuşmuşçasına paltosunu ilikledi:
“Günah, tıpkı bir pas gibidir. Önce en yumuşak demiri kemirir. Ustalıklı bir şeytanın elindeyiz.”
Kasabanın ileri gelenlerinden Elijah Crane önderliğinde üç muhafız, kulaklarına pamuk tıkalı bir halde, sözde büyünün fısıltısından sakınarak Martha’yı kulübesinden bir gece yarısı aldılar. Yaşlı kadın direnmedi. Örselenmiş bir atkuyruğu gibi sallanan gövdesini bastonuna yükleyip yürüdü. Yolda herkesin gözü Martha’nın üzerindeydi. Sanki bir sirk maymunu gibi. Sütçü kız Charity, onu görünce haç çıkardı; nalbant Isaac sırtını dönüp dükkanının kapısını sürgüledi.
Sorgu odasında ilk soruyu papaz sordu:
“Şeytan’la ne vakit anlaştın?”
Martha dudaklarını araladı; kelimeleri kesik bir rüzgar gibi çıktı ağzından:
“Ben kimseyle anlaşmadım. Oğlunu bekleyen bir ana gibi sadece Tanrı’yı bekledim.”
Bu yanıt papazın öfkesine tuzu, biberi oldu. Önce İncil’den satırlar okudu. Sonra mahkeme katibine “Not düş” diye bağırdı. Not düşülen şey gerçekte bir ön yargının hükmüydü elbette: “Kadın inkar halinde. Kemik kıtırdatırcasına dirençli.”
Sorgu günler, geceler sürdü. Martha’ya serin mahzende sadece siyah ekmek kırıntısı ve ılık su verildi. “Büyücü” diye damgalanmanın en acı kısmı işkence değil, anılardaki masumiyetin de kirletilmesiydi. Her iniltisinde Martha’nın zihninde kayıp oğlu Nathan’ın çocukluk sesi çınlar, “Anne, rüzgarı tutabilir misin?” diye sorardı. Martha bunu kendi içinde defalarca tekrar etti.
Sorgu kurulu, nihai kanıt için suda yargılama usulünü seçti. Kraliyet yasa koyucuları bu yöntemi resmen terk etmiş olsa da, kırsalda hala uygulanmaya devam ediyordu. Mantık basitti: Su, kutsal vaftiz mührüdür. Şeytanla iş birliği yapan beden suyu reddedip batar. Masum olan ise Tanrı’nın lütfuyla yüzeye çıkar.
Ne tuhaf çarpıklık! Masumiyetin kanıtı resmen boğulmaya bırakılmıştı.
Martha, nisan ayazında çınlayan dereye götürüldü. Bileklerine kaba urgan bağlandı. Papaz son kez sordu: “Son pişmanlık?”
Martha’nın sesi bu kez kuyunun dibinden gelen yankı gibi zayıftı.
“Vicdansız yargı, suyun soğuğundan beterdir.”
Onu suya bıraktılar.
Kalabalık nefesini tuttu. Suyun yüzeyinde kısa bir an için gri saçlar göründü. Sonra kuvvetle aşağı çekildi. Bir çocuk “Batıyor!” diye bağırdı. Papaz bunu “Günah itirafı” sayarak kepini çıkardı.
Ama kasabalının genç demircisi Edmund Price dayanamadı, ipi bileklerinden çekip Martha’yı yukarı aldı. Nehir kıyısında toplananlar bir an donakaldı. Bembeyaz dudaklar, maviye kesmiş parmaklar… Martha yarı baygınken bile boğuk bir inançsızlıkla mırıldandı:
“Suyun hakkı suya, vicdanın hakkı insana.”
Edmund’un bu hareketi dedikodulara yeni bir kıvılcım çakmıştı.
“Belki de büyü onun kalbine işledi!” diye düşündü herkes. Oysa demirci sadece gördüğüne inanan biriydi. O gün gördüğü şey bir suç değil, cinayetti.
Edmund’un bu davranışı, kasaba halkının küçük bir kesimi tarafından işaret olarak görülse de, bu Martha’nın mahzende tutulmasını engelleyemedi. Birkaç gün sonra tekrar cadı olup olmadığı sorgulanacaktı.
Ateşin harladığı demir tav gibi titriyordu Martha. Ertesi gün uyuduğu sırada kasabada iki olay birden patlak verdi. Önce Rudd’un fırınında yanan küller arasında bir ocağın altına saklanmış barut kalıntısı bulundu. Rudd’un çıraklarından biri, kumar borcu yüzünden Rudd’dan para istemiş, karşılık bulamayıp azarlandığı için fırını ateşe verdiğini itiraf etmişti. Ardından papazın genç karısı Eliza Collingwood yüksek ateşle kıvranmaya başladı. Doktor, buhranın musallat bir “Kan humması” olduğunu ve Martha’nın toplayıp verdiği civanperçemi merhemi sayesinde ateşin kırıldığını açıkladı.
İki haber kasabanın kambur vicdanını az da olsa çatırdatmış gibiydi. Sorgu kurulu paniğe kapıldı. Papaz’ın kendisi bile vaftiz kurnası önünde diz çöküp “Yanılmış olabilir miyim?” diye mırıldandı.
Elijah Crane, katibiyle tüm kayıtları taradı. Dedikodular, uydurmalar, muğlak tanık ifadeleri… Hepsi iplik iplik çözülüyordu. Crane o akşam mum ışığında günah çıkarır gibi yazdı:
“Bir itiraf yok, büyü izleri tutarsız; dava şüpheye dayanıyor.”
Ama şüphenin gerilediği yerde gurur direnir. Papaz Collingwood mahkeme heyetini son kez topladı:
“Bir kere cadı diye teşhir edildiyse, azat edilse bile cadılık rüzgarı kasabayı çoktan sardı. Halkın selameti için bu kadın sürgün edilmeli.”
O an salonun loş köşesinden Edmund Price’ın sesi geldi:
“Selameti korkuyla değil, hakikatin sıcak yüzüyle bulursunuz. Hata yaptığınızı kabul ederseniz kasabalı değil, yalnızca gururunuz kızarır.”
Bu söz, mıh gibi çakıldı havaya. Papaz bile cüppesini toplarken titredi. Söylediği yalan yüzünden yalınayak korkup kaçan ürkek çocuk misali, vicdanının çıplak ayak sesleri soğuk mermerde yankılanmıştı. Kendisi salondaydı fakat ruhu orayı çoktan terk etmişti.
10 Mayıs 1732 sabahı, kasaba meclisi kararını ilan etti: “Martha Barlow cadılıktan aklandı.”
Meydan kalabalığı üçe bölünmüştü: Suçu icat edenler, gerçeği yeni duyanlar, gerçeğe başından beri inananlar.
İnsan gözünde vicdanın terazisi nadiren eşit durur. Teraziyi çatlatan ağırlık çoğu kez korkudur.
Martha, çan kulesinin gölgesinde, kuru bir iğde ağacına yaslanarak bildiriyi dinledi. Affedilmişti. Ama bu yafta, tıpkı hisli bir kurşun gibi bedenini terk etmedi. Kaldı ki ona yapılan işkenceler sadece teninde morluklar bırakmamış, ruhunda derin yaralar açmıştı.
Papaz Collingwood yüzünü saklasa da insanların bakışlarında kendi ilahi sorumluluğunu görmüştü. Bir akşamüstü demirci atölyesine gitti. Demir örsün dingin sesi altında Edmund’a şunları söyledi:
“Martha’yı Tanrı bağışladıysa biz kimiz ki ona bu suçu yükleyelim? Yardım et, kulübesini onaralım, erzak koyalım.”
Edmund çekici bıraktı. Metalin cılız cızırtısı, affın ilk kıvılcımıydı. Hep birlikte gidip kulübeyi tamir ettiler. Fırıncı Rudd dahi ekmek sepeti gönderdi.
Martha o gece bastonuna yaslanıp şöminenin cılız ateşine baktığında, yüreğinin için için yandığını hissetti. Suçsuzluk kanıt, affedilmek ise lütuf. Peki ya yaftalanmak? Vicdana saplanan hançerin en derine ineniydi.
Yaz başında kasabanın küçük kilisesi, yıllardır görmediği bir töreni sahneledi: Şifa ayini. Papaz Collingwood, kürsüye yaşlı Martha’yı çıkardı. Salonda ince bir uğultu gezindi. Papaz, uzun sırıklara benzeyen kollarını kaldırdı:
“İsa hastanın yanına gitti; şimdi biz de incittiğimizin yanına gidiyoruz!”
Martha, kürsüdeki kalabalığa baktı. Yüzler tanıdıktı. Kimi utancını yakasına iliştirmişti, kimi hala kuşkuyu avuçlarında ısıtıyordu. Lakin Martha, öfke yahut zafer değil, yalnızca şunu istedi:
“Sesimi duyun, acımı hissetmeseniz de olur.
Beni bağışlamanızdan ziyade birbirinizi bağışlayın” dedi. “Korkuyu büyüttünüz. Artık sevdayı büyütün. Çünkü sevda, Tanrı’nın kömür gözlü kuzusu gibidir: Soğukta üşüse de ateşe atılamaz.”
Salona büyük bir sessizlik hakim oldu. Sonra kilisenin yaşlı orgu çalmaya başladı. Nota değil, sanki kasabanın kırık aynasına serpilen ince yağmurun merhamet damlalarıydı duyulan.
Yine de Fawnhill, mucizelere geniş kapılar açacak bir yer değildi. Cadı yaftası, giysinin üzerine sinmiş ter kokusu gibi çıkmaz bir lekedir. Pazar sabahları pazarda hala fısıldanırdı. Köy kadınları onu gördüğünde yolunu değiştirir, erkekler şapkasını öne eğerdi.
Martha’nın hayatı giderek daha da zorlaştı. Kır çiçeklerini kurutup ilaç yapmayı sürdürdü bir yandan. Kimsesiz bebeklerin kundaklarını dikti. Ekmek bulamayan çocuklara dut yaprağı çayı pişirdi. Edmund Price ise gizlice ona odun taşıyor, ihtiyaçlarını karşılamaya devam ediyordu.
1740 yılının Mart ayında, Martha Barlow son nefesini kulübesindeki huş ağacından oyma yatakta verdi. Yatağın başucunda unutulmuş bir merhem kavanozu ve oğluna dair tek hatırası, buruşmuş mendili duruyordu. Papaz, ona son ayin duasını okurken, Edmund kısık sesle fısıldadı:
“Papaz, Martha’yı değil, çan kulesini bağışla. Korkunun sesini duyunca hafızası hep oğlunu aradı. Onun için artık korkulacak bir şey kalmadı.”
Cenazesi alçakgönüllü oldu. Taş mezarına sadece şu söz kazındı:
“Korku bir gölgeyse, vicdan güneşin en uzun koludur.”
Edmund, çekiçle harfleri işlerken gözünden yaşlar süzülüyordu. Damlalar taşa düşünce bir anlığına çekiçten kıvılcım sıçradı. Sanki taş bile utancını yakmak ister gibiydi.
Martha’nın ölümünden beş yıl sonra Kraliyet Parlamento’su Cadılık Yasası’nı resmen yürürlükten kaldırdı. Gazeteler, Londra kahvehanelerinde tartışmalara sebep oldu. Ama Fawnhill’de kimse yasayı yüksek sesle konuşmadı. Onlar için “Cadı” sözcüğü çoktan tarih olmuştu. Lakin Martha’nın sade kabri isyan bayrağını çoktan zirveye taşımıştı.
Her yıl mayıs ayının onunda kasabalılar Martha’nın kulübesinin önüne beyaz zambaklar bırakıyordu. Zambakların ince sapları rüzgarda eğildiğinde ise kimse dua etmezdi. Çünkü dua etmek, bir günahın üstünü toprakla örtmek gibiydi. Onun yerine çocuklar kulübenin önündeki tahta çite küçük taşlar dizerdi. Her taş vicdanın bir parçası, dizilişi ise telafinin kırılgan alfabesiydi.
Belki de Fawnhill’in öğreneceği en ağır ders buydu:
Vicdan, hukuktan önce gelir. Ağır hakikatler ise hafif dedikodulardan sonra yeşerir. İnsan korku ile yargılasa da yalnız merhamet ile yaşar.
Çünkü vicdan, toprağa gömülmeyen tek gerçekliktir.
"Cadı avı" adında bir terim vardır. Bu av özellikle 1600-lerdeAvrupa'nın bir çok ülkesinde yaşanmış karanlık bir dönemdir. Ağzi laf eden, hak savunan ve özgürce fikirlerini ifade eden kadınları şeytanla işbirliği yapıyor ve genel ahlak anlayışına aykırı davranıyor gerekçesiyle; yüzlerce kadın hiç suçsuz yere, köy ve şehir meydanlarında yakılmış ve çarmıha gerilmişdir. Bunda kiliselerin, var olan feodal yapının ve otoritenin çok büyük etkisi olmuştur. Bu olaylar şimdi tarih kitaplarında, "utanç verici kara leke" olarak geçiyor.
Öykünüz de öyle organık, öyle dramatik ki, bir belgesel izler gibi oldum.
Teşekkür ederim, sayın Damar. Saygım ile.