Geri Gelen Mektup
“ Kalabalıklar içinde en sessiz olanlar, en çok yük taşıyanlardır...”
BAYRAĞIN GÖLGESİNDE BİR ADAM
Coşkun, duruşuyla kalabalığı susturan adamlardandı.
Yüzünde eksilmeyen bir tebessüm taşısa da, gözlerinin ardında yorgun yılların ve derin düşüncelerin izleri vardı.Alnı açık, başı dimdikti.
Sanki her bakışı bir hatırayı, her susuşu bir emaneti taşıyordu.
Üzerindeki siyah ceket ve sade beyaz tişört, gösterişten uzak ama derli toplu bir özenin işaretiydi.Sol göğsünde duran gözlüğü, onu hem bir öğretmen hem bir fikir adamı gibi gösteriyordu.
Kollarını önde sakince kavuşturmuş, bileğindeki metal saat ise zamana karşı duyduğu hassasiyeti fısıldar gibiydi. Sağ elinde tuttuğu tesbih, sol bileğindeki saat... Her şey yerli yerindeydi. Zamanı yönetir gibi değil, zamana anlam katan bir adam gibi. Yüzündeki sakalın düzgünlüğü, sözlerinin ciddiyetine yakışır bir sadelikteydi.
Gülümsemesi, tanıdık bir huzuru getirirdi insanın içine.Ama o tebessümün ardında, sessiz bir mücadele yatar; anlatmasa da, anlardın.
İlk bakışta bakışta bir dava adamı olduğunu hissederdin.Ama en çok da, her hâliyle güven verirdi.Çünkü içinde eğilip bükülmeyen bir karakter, vatan için atan sessiz bir yürek vardı.
Gülümseyişi, zaferin sessizliğini taşıyordu.Ne bir kibir vardı ne gösteriş...
Ama bakışlarında, sanki yılların suskun mücadelesi saklıydı.Ellerinde bir şefkat, bir koruyuculuk vardı.
Yalnızca bir adam değil, bir yurt, bir ocak gibiydi o.Sığınanı yakan değil, sarıp sarmalayan bir alev gibi...
Mihrimah onun fotoğrafını gördüğün de ,Coşkun, al bayrağın önünde çekilmişti.
Ama asıl, bayrak onun arkasındaydı.Çünkü bazı insanlar sadece o bayrağın önünde değil, gölgesinde de dimdik dururlardı.
Ve o, Mihrimah’ın gölgesinde büyüyen bir duaydı artık.
Kalabalığın tam ortasında yürürken Coşkun. Ne bir tebessüm vardı yüzünde ne de bir telaş... Omuzları dik, adımları ölçülü, bakışları uzağa sabitlenmişti.
Sanki herkesin birbirine çarptığı o koca şehirde, kimse onun farkında değildi ama o, her şeyin farkındaydı. Sokaktan geçen çocuğun elindeki simit, köşede sessizce bekleyen ihtiyar, gökyüzünde hızla süzülen martı bile onun için bir anlam taşıyordu.
Yalnızdı.Ama bu yalnızlık, sızlanan bir tenhalık değildi.Bu, bir tercihin, bir ahdin, bir idealin getirdiği sessizlikti.
İnsanlardan uzak değildi ama onların kalabalığına karışmamayı seçmişti.
Onun için sevmek, bağırarak değil susarak olurdu.Onun için yaşamak, önce vatanla olurdu.
Ve sevmek de... yaşamak kadar kutsaldı ama bir o kadar ağırdı. Coşkun gençti hâlâ.
Ama bakışlarında, yaşanmamış bir çocukluk, susulmuş bir aşk ve tamamlanmamış bir vedanın izleri vardı.
O, kendini yangından koruyan bir adam değil, o yangını içinde taşıyan ama etrafa kıvılcım saçmayan bir adamdı.
Bakışlarında geçmişten kalma bir sabır, konuşmalarında sanki tarihten süzülüp gelen bir vakar vardı.
Coşkun, “KÖK derneğinin “ kurucusuydu. KÖK derneği, sadece bir çatı değil, bir ruhun, bir davanın vücut bulmuş haliydi. Gençler için liderlik eğitimleri, Tarih, edebiyat üzerine atölyeler, Şehit ailelerine bir yardım eli , Köy okullarına kütüphaneler, ve nice faaliyetler içeriyordu.
Duvarlarda Türk bayrakları, köşede Atsız’ın kitapları, masada bir bardak demli çay olurdu hep.
Kimi zaman bir marşla, kimi zaman bir dua ile başlardı toplantılar.
Ve Coşkun’un sesi yankılanırdı odada:
“Bu toprak kolay vatan olmadı, biz kolay insanlar olmayacağız.”
O, bir lider gibi davranmazdı.Ama her gencin gözünde bir ağabeydi, bir rehberdi. Ve belki de içten içe herkesin babasıydı — babası olmayanların özellikle...
Bir kadın vardı ‘ Mihrimah ‘... Coşkun’u uzaktan uzağa yıllarca içinde büyüten, Uzakta, bir köşede, sessizce dualar eden bir kadın.
O, Coşkun’u sanki yıllardır tanıyor gibiydi, ruhu sanki evvelden tanışıyordu onunla. Oysa adını bile çok sonradan öğrenmişti.
Ama kalbinde sessiz bir yer ayırmıştı bu adam için. Kalabalığın içinde yalnız olan , ama yüreği memleket için atan o adam’a...
Ve o an, Mihrimah şunu hissetti:
“İnsan bazen bir fotoğrafa aşık olabilir. Bayrağın gölgesinde çekilmiş, O fotoğrafada ki adama aşık olmuştu. Bazen bir adam, tüm yüreğinle dua edilecek kadar tanıdık gelir...”
Mihrimah...
Adını taşıdığı gibi, duruşuyla da güneşin ay üzerindeki parıltısını andırırdı.
Güzelliği öyle yüksek sesle bağırmazdı; o, dinginliğin ve asaletin zarif bir yansımasıydı.
İlk bakışta fark edilmezdi belki, ama bir kez gören bir daha unutamazdı.
Saçları, dalga dalga omuzlarına süzülen koyu kestane tonundaydı. Güneşin vurduğu anlarda içinden altın ışıklar geçerdi sanki.
Yüz hatları yumuşak ama belirgindi; alnı geniş, kaşları kavisli ve derin düşüncelere eşlik edercesine çatık duran zamanları da olurdu.
Ama en çok da gözleri...Sakince duran fırtınalar gibiydi. Kahverenginin en koyu tonunda, zaman zaman yorgun, zaman zaman hayal kuran bir bakış saklıydı içinde.
Sanki içinde bin yıllık bir sır taşıyordu da kimselere anlatamıyordu.Yüzünde makyajdan çok, yaşanmışlık vardı.
Doğallığına özen gösteren, sade ama zarif giyinen bir kadındı Mihrimah.Siyah başörtüsünün ardında, sanki bir halk masalının içinden çıkmış gibi duran vakarlı yüzüyle hem zarifti hem güçlü. O susunca sanki tarihin bütün kadınları onunla birlikte susuyor, o tebessüm edince sanki fethedilen şehirler gibi gönüller huzur buluyordu.
Sanatın, tarihin, kelâmın izini sürerdi... Duvardaki cihan padişahının çinili bakışıyla aynı karede yer alacak kadar kendinden emin, ama onun gibi yalnız.
Hayat ona çok şey öğretmişti; dostluğun değerini, kalbin sabrını, vatanın anlamını ve en çok da... kelimelere sığmayan sevgileri susarak taşımayı.
Sade bir bileklik, eski bir yüzük...Her ayrıntı, geçmişle kurduğu bağın bir işareti gibiydi.
Yürüyüşü kendinden emindi, ama bir kibir taşımazdı.Bir elinde kitabı olurdu çoğu zaman, diğerinde bir küçük çanta.
Kalabalığın içinden geçerken, kimseye çarpmadan ama herkesin dikkatini çekecek kadar asil adımlarla yürürdü, güldüğünde sanki kalbi de tebessüm ederdi.
Birini selamladığında içten, bir çocuğa baktığında şefkatliydi, Sessizliğinde bile anlam vardı.Sanki ağlamış ama ağladığını kimseye belli etmemiş bir kadının sessizliğiydi bu.
Mihrimah, güzelliğini süslerle değil; vakarı, acısı ve sabrıyla taşırdı.
Ve en çok da, kalbini kapatmasına rağmen hâlâ içten içe sevebilecek kadar güçlü kalmış bir kadındı o...
Zamanın kendine bile söyleyemediği şeyleri vardı Mihrimah’ın...Ne geçmişin izlerinden utanırdı ne de geleceğin belirsizliğinden korkardı. Çünkü her şeyi görmüştü: bir kere sevmiş, bir daha kimseye aynı yerden bakmamıştı.
Mihrimah, o vakit gençliğinin baharındaydı.Sevdi... Ama sevdiği adam, onun en derin yarası oldu.Hem de en çok inandığı yerden...
İnsan bir kere sevince , bin kere yanarmış, diyerek yıllarca yasını tuttu. Başkasını sevebilme ihtimalinin olmayacağını ailesini, dostlarını bile inandırmıştı. Ama Mihrimah için o geçen yıllar her sabah aynaya bakıp kendini yeniden toplamak demekti. Kırık parçalarını fark ettirmeden taşıyabilmek, gülümserken içindeki fırtınayı bastırmak, en çok da “bir daha asla” diyerek kalbini mühürlemekti.
Yeniden yıkılmaktan korktuğu için kimseyi yaklaştırmadı yanına. Çünkü sevgi artık onun için bir emanet değil, bir tehdit gibiydi.
Ruhun mu ateş, yoksa o gözler mi alevden?
Bilmem bu yanardağ ne biçim korla tutuştu? Hüseyin Nihal Atsız- Ruh Adam
Ve sonra...Coşkun’u gördü.
Coşkun’u ilk gördüğü anı kimse bilmezdi. Sıradan bir andı belki, ama kafasını çevirip ikinci kez baktı.
Çünkü, gözünün göremediğini Kalbim ön görmüştü.Bakışlarında kıvılcımlar çakan o an, Mihrimah’ın kalbinde çoktan yangına dönüşmüştü. Öyle bir yangın ki... Bütün geçmişi kapattırmıştı. Bir insanın diğer bir insanı, hemen hemen hiç tanımadan, bu derece yakın hissetmesi nasıl mümkün oluyordu?
Ne bir tebessüm ne bir söz...Sadece duruşu yetmişti.Bir adamın bir topluluğun içinde dimdik duruşu, Mihrimah’ın kalbinde yıllardır kitli duran bir kapıyı araladı. Coşkun’un gözlerinde ne bir vaat vardı ne oyun... O gözlerde sadece vefa, kararlılık ve yorgun ama inançlı bir adamın gölgesi duruyordu.
Mihrimah o an anladı: Bu adam, kelimelerle değil, yüreğiyle konuşuyordu.
İlk defa korktu, uzun geceler kendiyle bir iç muhasebesi yaptı, kimi zaman çatıştı, bu yaşadığını kendine itiraf etmesi bir yılını almıştı. Onu uzaktan sevmeyi tercih etti. Çünkü
hem yaralanmamış, hemde insanın kalpte kalması gözde olmasından daha iyiydi, biliyordu.
Mihrimah, karşılık beklemeden birini sevmeyi seçti. Çünkü böylesi daha güzeldi. Daha duru, daha sade.Ve bir o kadar da hakiki.
Zira onun sevgisi artık bir arayış değil, bir teslimiyetti. Coşkun’un habersizce hayatında yer edişi, Mihrimah’ın kalbindeki boşluğu doldurmak için değil, kalbine yeniden güvenmeyi hatırlatmak içindi. O sevda, birini elde etmenin değil, birine hayran kalmanın dinginliğiydi, Bir kalbi olduğunu hissetmesiydi...
Coşkun’un hayatında bir yer edinmeye değil, onun varlığına sessizce dua etmeye adamıştı, Onun iyi olduğunu bilmek, Mihrimah’ın yüreğine yetiyordu.
Ve belki de en derin sevgiler, hiçbir zaman dile dökülmeyenlerdi...
MEMLEKET MESELESİ
Saraylarda süremem dağlarda sürdüğümü,
Bin cihana değişmem şu öksüz Türklüğümü...
Hüseyin Nihal Atsız- Yolların Sonu-
Coşkun sadeleşti. Lükslerden, gösterişten, gereksiz kalabalıklardan çekildi. Az konuştu, çok düşündü.
Sabahları erken kalktı. Gömleğini düzgün ilikledi, O sadece bir birey değil, bir örnekti.
Bir milleti, bir fikri, bir inancı temsil eden suskun ama kararlı bir yüz.Halkın arasında gezdi; semt pazarında, okul bahçesinde, kahve köşelerinde.
Çocukların başını okşadı, yaşlıların ellerini tuttu.Vatan onun için sadece bir toprak değildi.Bir çocuk gözyaşıydı, bir öğretmenin maaşıydı, bir askerin ayakkabısıydı, bir annenin duasıydı.
Ve her sabah “Bugün ne yapabilirim?” diye sordu kendine.
Çünkü rahat edemezdi. Rahat olanın değil, yürek yananın adamıydı Coşkun.
Vatan aşkının nutukla değil, yaşanmışlıkla anlatılması gerektiğini biliyordu.Bu yüzden gençlere bayrak sevgisini, sadece şiirle değil, gözyaşıyla da öğretiyordu.
Kimi zaman bir şehit mezarı başında sessizce dua ederek, kimi zaman dernekte tarih anlatırken, kimi zaman bir çocuğun sırtını sıvazlarken...
“Ülke demek toprak değil evladım,” diyordu,
“Ülke, senin omuzlarında yük olan sorumluluktur. Senin hayalin kadar büyüktür bu topraklar.”
Onu tanıyan her genç, gözlerinde bir şey görüyordu:
Bitmeyen bir inanç, diz çökmeyen bir duruş, yorulmuş ama pes etmemiş bir adam...
Ve zamanla onun etrafında, onun gibi yüreği yanan gençler birikmeye başladı.Kimi öğretmen oldu, kimi asker, kimi gazeteci, kimi gönüllü...
Ama hepsi Coşkun’un bıraktığı bir izle yürüdü.
Adam gibi durmayı, susulması gereken yerde susmayı, konuşulması gereken yerde cesaretle ayağa kalkmayı öğrendiler.
Zamanla KÖK bir umut oldu.Bir meşale gibi şehir şehir dolaştı.
Elif – Şehit Kızı, Sabırla Güçlenen Bir Dağ
Kahramanlar can verir Yurdu yaşatmak için...
Hüseyin Nihal Atsız- Yolların Sonu-
Elif, sessiz bir sabırla büyüdü. Babası şehit olduğunda henüz 10 yaşındaydı. Annesi o günden sonra hiç tam gülemedi, ama Elif gözyaşını hep içine akıttı.
Lisede KÖK’le tanıştı. İlk defa biri ona “Senin acın bu ülkenin şerefidir” dedi.
Ve o gün anladı ki, kendisi bir şehidin emaneti değil sadece — geleceğin teminatıydı. Şimdi KÖK Derneği’nin kadınlara yönelik eğitim biriminde çalışıyor.
Köy köy dolaşıyor, kız çocuklarına kitap götürüyor, “Sen güçsüz değilsin” diyor.
En sevdiği söz:
“Babam cephedeydi, ben de kalemin ucunda nöbetteyim.”
Baran – Sokakların Asi Çocuğu, Kalbiyle Temizlenen Bir Genç
“ Yoksulluk iyi bir şey değildir. Ama korkulacak yoksulluk gönül ve yürek yoksulluğudur.”
Baran çocuk yaşta sokakla tanıştı.Öfkeyle büyüdü, zorla gülümsedi, kimsesizdi...
Ama bir gün, sokak duvarlarına asılmış, KÖK Derneği’nin afişini gördü: “Vatanını seven, gelsin.”
Sadece meraktan gitti, ama kalbini orada bıraktı.Coşkun ona ne nasihat etti ne suçladı.
Sadece bir kitap verdi:“Bozkurtlar – Atsız”
Baran okumadı önce. Ama bir gece sokakta kalırken, kitabı açtı ve sabaha kadar okudu.
Hayatındaki ilk defa biri, onun öfkesini anlayan bir dil kullanmıştı.
Senin kılıç dediğin
Türkün oyuncağıdır. " Bozkurtlar- Atsız-
Şimdi Baran KÖK’ünü bulmuştu, dernek onun evi olmuştu.
Her hafta şehirdeki kenar mahalle çocuklarına kitap okutuyor, gençleri bir dava adamı olmaya davet ediyordu.
Kendisine yeni gelen her genç çocuğa kitaptan şu bölümü okuyordu;
“Kür Şad, ölmüş Çinli yığınları üzerinde tek başına Çin Kağanlığına karşı vuruşuyordu. Yalınkılıçtı. Börkü düşmüş, kaftanı parça parça olmuştu. Göğsü açıktı. Göğsünden alnından, yanaklarından, boynundan kan sızıyor; fakat o yine vuruşuyor, dövüşüyor, çarpışıyordu.
O şimdi yarı Tanrı gibi bir şeydi. Ölümü de başka türlü olmalıydı. Kırk kahraman birer birer düştükten sonra o hâlâ ayakta idi.Uzun saçları omuzlarında uçuşuyor, gözleri kıvılcımlar saçıyor, kolu yıldırım hızıyla kalkıp iniyor, her inişte bir Çinliyi deviriyordu.
En sonra ölüm kızı onun eline bir sağrak sundu. Kür Şad bu acı sağrağı gözünü kırpmadan içti. Atının yelesine kapandı. Başını dayadı. Sağ elinde kılıç hâlâ sımsıkı duruyor, sol eli sarkıyordu.
Kür Şad ölmüş, fakat attan düşmemişti. Ölmüş, fakat yenilmemişti... “ - Bozkurtlar
Baran, karanlık sokaklardan aydınlıklara yürümüştü.Bazen kaybetmekte kazanmaktı, herşeyini kaybettiğini düşündüğü anda
artık bir davası olduğunu hatırladı.
-Yaraların derin mi?
-Bu yaralar beni öldürmez kağan! Yalnız içime işleyen başka bir yara var. - Atsız- Pervane olan kendini gizler mi hiç alevden?
Sen istedin ondan bu gönül zorla tutuştu... Hüseyin Nihal Atsız- Ruh Adam
Mihrimah , Kapıdan içeri adım attığında dükkânın içine sinmiş eski zaman kokusu sarıverdi etrafını. Ahşap raflara dizilmiş yüzükler, tespihler, hat yazıları ve anlamı ağır taşlar arasında yavaşça yürümeye başladı. Her bir eşya sanki kendi hikâyesini
fısıldıyordu.Gözleri bir noktada durdu. Orada, diğerlerinden farklı bir yüzük vardı. Siyah zemin üzerine kazınmış hilal ve yıldız...
Yüzük, bir parça değil; bir duruştu.Hançer Serisi’ne ait bu yüzük, taşıdığı anlamla bilek değil, yürek süslerdi.
Gözü kara, ama yüreği merhametle dolu bir adamın parmağına yakışacak kadar asil, ve her bakıldığında “vatan” diye haykıracak kadar onurluydu.
Yüzüğün yüzeyi parlak siyah zemin üzerine işlenmiş, altın tonlarında ay-yıldız ile bezeli bir arma taşıyordu.
Ay, gecenin en karanlığında bile umut olanları; yıldız, her daim yol gösterenleri temsil ediyordu.
Çerçevesi ince ince işlenmiş nakış gibi, sanki her bir kıvrımı bir duasıydı sahibinin.Yan taraflarında ise hançer motifleri işlenmişti — sadakati ve gerektiğinde can verme iradesini simgelercesine.
O yüzük; sadece bir süs değil, bir sözdü.
“Ben buradayım.Vatanım, sevdam ve yolum için...Ölürüm de dönmem.”
Ama asıl dikkatini çeken, tam ortasındaki kehribar taşıydı. Bir taş bu kadar derin bakabilir miydi bir insana?
O an, kalbinden geçen tek isim oldu: Coşkun.
İçinden bir ses fısıldadı:
“Doğru hediye daha ilk görüşte sahibini hatırlatırmış. İşte bu yüzük, ona aitti.”
Avucuna aldı yüzüğü. Soğuk bir dokunuştu ilk başta. Ama birkaç saniye sonra taşıdığı ısı, parmaklarına değil, kalbine yayılmaya başladı. Bu yüzük onun kadar suskun, onun kadar dirayetli, onun kadar derindi.
Kasaya yürürken elleri titriyordu hafiften.Bu bir yüzükten fazlasıydı.Bir emanet gibi, bir dua gibi...
Kutuyu kapattığında bir an duraksadı.Hiç tereddüt etmeden yüzüğü isimsiz bir şekilde sahibiyle buluşturmak üzere kasaya yanaştı.
Belki... belki de Coşkun, bu hediyeyi başka birinden geldiğini sanacaktı.
Belki eski bir dost...Kim bilir, belki yüreğinde yer açtığı bir başkası...Bir sızı düştü kalbine.Ama hemen ardından kendine fısıldadı:
“Olsun...Eğer beklediği biri varsa, Ondan da sanabilirdi.Onun mutlu olduğu yer, benim de duamdır.”
Çünkü bazen susmak, en yüksek sesle sevmekti.Bazen bir kadın, kendi kalbini değil, onun yolunu önemserdi.
Mihrimah da böyleydi işte.Sevdiği adamın yanında değil, arkasında durmayı seçmişti. Yalnızca dua eden bir omuz gibi, yalnızca yanan ama görünmeyen bir kandil gibi...
Kargoyu verdiğinde bir tebessüm vardı yüzünde.Ama içinde bir vedayla yürüyordu o gün...
Ve o an tek bir cümle döküldü içinden:
Belki de, hiç açılmayacak bir gönül kapısına bırakılacak son anahtardı bu.
Gün, senden ışık alsa da bir renge bürünse; Ay, secde edip çehrene, yerlerde sürünse... “Davası için yaşayan adam’a...”
O sabahı erkenden kalkmıştı Coşkun.Bir çay koymuştu kendine. O gün dernekteki çocuklara bayram harçlığı dağıtılacaktı. Ama sabahın sessizliğinde, kapının zili çaldı. Beklenmedik bir anda...
Kapıyı açtı. Kargocu elinde küçük bir kutuyla duruyordu “Coşkun Bey’e, imza lütfen.”
Kutuyu aldı, şaşkındı. Gönderen kişi gizliydi.
İçinde”Ne bir isim, ne bir adres.”Sadece bir cümle, “Davası için yaşayan adama bir bayram hediyesi.”
Ve onun içine işleyen kısa , o sade, asil vurgular.Kutuyu açarken bir an durdu. Onu bu kadar tanıyan birini uzun süredir görmemişti hayatında. Kutunun kapağı açıldığında, gözleri bir yüzüğe takıldı. Siyah zemin üstünde bir hilal ve yıldız... Ortasında ise kehribar taşı.Yüzüğü eline aldı. Avucunda bir sıcaklık dolaştı.Sanki biri onun ruhunu anlamıştı.Sanki bu yüzük onun geçmişini, acılarını, özlemlerini biliyordu.
Parmağındaki kehribar taşlı yüzük, sıradan bir takı değildi. Her parıltısında, Coşkun’un yıllarca içine attığı kelimeler, söylenmemiş dualar, tutulmamış eller gizliydi. Kehribar taşı, onun geçmişte yitirdiklerini emmiş, yüreğinde fırtına koparken ona dinginlik sunmuştu. Her dokunuşunda, bir yarasını iyileştirmiş, bir öfkesini dizginlemişti.
“Bir bayram hediyesi...” dedi kendi kendine.
Ve ardından sustu.
Çünkü bazı hediyeler dile değil, kalbe hitap ederdi.
Kimdi gönderen? Tahmin edebiliyordu elbette...Ama bazen en güzel bayramlar, adı söylenmeyen dualarla başlardı.
Coşkun hiçbir şey söylemedi, telefonuna uzanmadı kimden geldiğini biliyordu çünkü, notu okur okumaz anlamıştı.
Ama o, kelimelerin ardına saklanan adamlardandı.Suskunluğu, anlayan için en büyük cevaptı.
Yüzüğü aldı, bir an durdu, Sonra hiç tereddüt etmeden parmağına geçirdi.
O an, Vatan parmağındaydı sanki ve kehribar taşı parmağında değil, kalbinde yanıyordu...
Şüphesiz bu aldığı en özel hediyelerden biriydi...
Gönlümdeki azgın devi rüzgarlara attım; Gözlerle günah işlemenin zevkini tattım. “Ben de bir fotoğrafın var, yüzüme bakmıyor.”
Mihrimah, geceleri uyumakta zorlanır olmuştu. Ne zaman gözlerini kapatsa, Coşkun’un sessiz bakışları, alnındaki çizgiler ve o dimdik yürüyüşü gelip zihnini yoklardı. Onu hiç tanımamış biri gibi değil, yıllardır içinden taşıyormuşçasına tanıyordu. Belki de bu yüzden zordu... Bir kalbi gizlice sevmek, hiçbir yere ait olamamak gibi bir duyguydu.
Penceresinden dışarı bakarken düşündü:
“Bir gönlü, sahibinden saklamak ne zor... Susmak, bazen en ağır sevme biçimi.”
Kendine itiraf etmekten kaçındığı duygular, artık gözyaşlarına karışıyordu. Bu sevda, karşılık beklemeden büyüttüğü bir çiçekti.Gölgesine bile razıydı. Onun yanında değil ama ardında yürümeye de razıydı.
Mihrimah, kendi kalbiyle bir savaşa girmişti. Onu görmeden geçirdiği her gün, bir sabır imtihanıydı. Ama yine de geri dönmüyordu bu yoldan, Çünkü yıllar sonra ilk defa bir kalbi olduğunu hatırlamıştı, tövbesini bozmuştu . Şimdi ise sessizce sevmenin büyüsünde kayboluyordu.
O gece karar verdi Mihrimah.
Kalbinin yükünü artık daha fazla taşıyamayacağını, içinden geçenleri ne olursa olsun söylemesi gerektiğini... Çünkü hayat kısaydı. Çünkü ölüm vardı. Ve çünkü bazen insan, sevdiğini söylemeyi geciktirmemeliydi.
Eğer insan, sevgisini karşılık görmek için değil, sadece “ Bu kalbimde sana ait bir yer var, bil istedim.” diyerek ifade ediyorsa, bu bir cesaret değil, arınmadır. Kalpte büyüyen şey dillendirilmezse, zamanla yük olur. Ve karşılık beklemeden söylenen sevgi, aslında en saf halidir.
İnsan kendine şu soruyu sormalı : “ Bu duyguyu paylaşmak , beni hafifletecek mi , yoksa daha çok yaralayacak mı ? Bazen sevmek, sustuğunda bir dua olur, söylendiğinde ise ya bir vedaya , ya da hiçlik duvarına çarpar. Eğer içinde büyüttüğün bu sevgi , bir beklenti değil, bir niyaz ise... Eğer onun mutluluğu senin duandan bir parça, olacaksa söylenmeli. Fakat Mihrimah biliyordu ki , söyledikten sonra kimse ona “ karşılık borçlu değildi.”
Masada ki kitaba gitti eli, kitabın tam ortasında bir fotoğraf duruyordu. Coşkun’un, al bayrağın önünde çekildiği, dimdik durduğu o kare...
Mihrimah’ın ilk gördüğünde içinin sızladığı, gözlerinde tanımadığı ama derinden hissettiği bir yangın gördüğü anın fotoğrafı.
O fotoğrafın olduğu sayfada bir cümle yazıyordu: “Ben de bir fotoğrafın var, yüzüme bakmıyor.”
Titreyen parmaklarıyla, satırların altını kalemle çizdi.Bu onun itirafıydı. Sessizce, bağırmadan, kimseye yük olmadan.
Kitabı çantasına koydu, ve sabah derneğe gidip kitabı Coşkun’un masasına bıraktı.
“Bugün bir yükü değil, Bir kalbi bıraktım masanın üstüne. Bir fotoğrafla başladı her şey. Şimdi yine bir fotoğrafla konuşuyorum.
Belki saçmadır bir kitap arasına aşkı sığdırmak, Ama ben başka yol bilmiyorum.”
Bu bir son muydu, yoksa bir başlangıç mı, bilemiyordu. Ama kalbi artık susmuyordu.
Ve bazen sevmenin en asil hali, geride sessizce bir iz bırakmaktır.
Gözlerine bakıp “Ben seni sevdim.” diyemedim.
Ama sen bildin.Ve ben, bildiğini bildim.Bu da yetti bana.
Mihrimah radyoda çalan türkünün sesini açtı,
“Gönlümdeki azgın devi rüzgarlara attım;
Gözlerle günah işlemenin zevkini tattım..” Hüseyin Nihal Atsız- Ruh Adam
Masanın üzerinde bırakılmış, sayfaları hafifçe kabarmış bir kitap duruyordu.Sayfalarına sinmiş bir dokunuş.
Al bayrağın gölgesinde geçen bir ömrün, belki de en sessiz anıydı bu.Kitabı eline aldı, kapağını açmadan önce uzun uzun baktı.
Bir his vardı içinde, bu kitabın gelişi rastlantı değildi.
Yavaşça açtı kapağını, sayfaların arasından bir fotoğraf düştü.Kendi fotoğrafıydı bu... Al bayrağın önünde durduğu o an.
Altı çizili cümlelere takıldı gözü.“Ben de bir fotoğrafın var, yüzüme bakmıyor...”
Yüreğine dokunan o sesi tanımıştı.Mihrimah...Sesiyle değil, susuşuyla konuşan o kadın.
Dualarında yer bulan, bakışlarında saklı duran o isim...
Ama Coşkun, anlamasına rağmen hiçbir şey söylemedi, fotoğrafını kitabın arasına sıkıştırdı.
Ve yüzüğünü baktı. Gülümsedi. O da onun hediyesiydi... Mihrimah...
Uzun zamandır farkındaydım bakışlarının, her kelimesine eşlik eden sessizliğin. Gözlerini kaçırırken bile, gözümün önünden kaçamadığını hissediyordum.
Ama ben...Ben bir adamın değil, bir davanın yeminini taşıyordum.
Üstelik içimde söndüremediğim bir yangın var. Belkide söndürmek istemediğimi, bilirsin bazı insanlar yarasını kanatmayı severler. Ne bir aşkı taşıyacak gücüm, ne de bir kadını yarım sevmeye hakkım var.
Ben yarım kalmış bir adamdım, yarım bir adam, tam bir kalbi tutmamalıydı. Ama Mihrimah...
Senin sevdan beni incitmeyen bir sükûnet, görülmek istemeyen, yalnızca anlaşılmak isteyen bir zarafetti.
Bana yük değil, yüküme dua oldun ,belki bizim yolumuz bir aşkla kesişmeyecek. Lakin dostluğu bende baki.
Ben seni hep, dua ettiğim insanlar arasında taşıyacağım. Çünkü sen, sevdiğini incitmeden sevenlerdensin.
Vur şanlı silahınla gönül mülkü düzelsin;
Sen öldürüyorken de vururken de güzelsin! Hüseyin Nihal Atsız- Ruh Adam
GERİ GELEN MEKTUP
Bazı hikâyeler vardır, sonu yazılmaz.Sonsuzdur.Bir gönülde dua olur, bir hatıra olur, bir tebessüm olur.
Mihrimah gittiğinde ardında ne bir aşkın kırığı ne de bir pişmanlık bıraktı, Sadece bir yüreğin sessiz duasını ve bir kadınlığın onurlu teslimiyetini.
Coşkun, o yüzüğü her gün parmağında taşıdı, Kimin gönderdiğini kimseye söylemedi ama her sabah onu takarken gözlerinde bir duraklama, yüzünde bir tebessüm vardı.
Ve belki de her şehit haberinde, her mazlumun gözyaşında, o yüzüğü biraz daha sıkarak kendine şöyle derdi: “Davası için yaşayan adam...”
“Mihrimah, kalbindeki sevdayı bir kahramanlık gibi taşıdı.Ne ayıptı, ne günah... Bir gün bir kız çocuğunun saçını okşarken, gözlerinin içine bakıp şöyle dedi:Sevmek, karşılık beklemek değil kızım. Sevmek; yokken bile kalbinde taşımaktır. Bir İman teslimiyeti, bir sabır, Ve onun gözlerinde Vatan’a yar olmaktır. ”Ve işte o an, bu hikâye bir aşk hikâyesi olmaktan çıkıp, bir İman, bir Sabır, bir Vatan hikâyesine dönüştü. Bazı insanlar sevmeyi seçer, ve sevdiğini sadece Allah’a emanet eder.
Coşkun, gözleriyle yol çizen, her daim dimdik duran bir dava neferi. Mihrimah ay ve güneşin arasında kalmış kadın.
Belki de dinlediği o türkünün, ezbere bildiği o Şiir’in kaderini yaşıyordu. Geri Gelen Mektup -Hikayesi, Tıpkı Nihal Atsız’ gibi ...
“O zamana kadar kimseye bakmayan, kimseyle pek alakadar olmayan Atsızın, içeri giren o öğretmene ilk görüşte aşık olduğu, Ve aşık olduğu o meçhul hanım öğretmene şiirin giriş kıtasını yazıp ,bir zarfa koyup, öğretmenin dolabına bıraktığı. Atsız’ın aylarca mektubuna cevap alamadığı ,daha doğrusu Atsız, mektubuna hiç bir cevap alamadığı..! Sonraki bir zaman sonra kendi dolabını açıp, Mektup zarfı hiç açılmadan kendi dolabına bırakıldığı, O şiir , Geri gelen mektup...”
Hikayeler birbirine benziyor, aynı acıların farklı boyutlarından geçiyoruz. Yol boyunca susan ama kalbiyle haykıranlara, Vatanı davası bilenlere,
Bir fotoğrafa sığan hikâyelere, Ve geri dönen mektuplara dair...