Gölge ile Yüzleşme
Kapkara olmuştum o gün. Ruhumun ışıltısı sönmüş, bedenimden siyah dumanlar yükseliyordu. Öyle ki, gözlerimin önünde bu dumanları gerçekmş gibi seçebiliyordum. Kendime hayret ediyordum: Nasıl bu kadar karanlığa bürünebilirdim? İçimde iki farklı benlik vardı sanki. Biri fısıldıyordu; “Dur, bu sen değilsin.” Diğeri ise cehennemi çağırıyor, her şeyi yakıp yıkmak için sabırsızlanıyordu. Hangisi bendim? O merhametli, iyi kalpli, masum olan mı; yoksa gözlerimi kapadığımda karşıma çıkan, içinde kıpkırmızı bir alev topu yanan karanlık gölge mi?
Gözlerimi kapattığımda o gölge açıkça karşıma dikiliyordu. Iron Maiden’ı andırıyordu. Iron Maiden’ı bir müzik grubu sanıyordum; ta ki Almanya’da bir işkence müzesinde gerçeğini görene kadar. Ahşaptan, insana benzeyen kaba bir beden… İçinde uzun çiviler… Kurbanın bedenine hem önden hem arkadan saplanan o işkence aleti… İnsan zihni nasıl böyle bir acıyı tasarlayabilir diye düşünmüştüm yıllar önce.
Ama şimdi Iron Maiden benim ruhumdaydı. Her gözümü kapattığımda karşımda duruyor, karanlık yüzümü temsil ediyordu. İçimdeki bir yan, “Bu kadar karanlık olamam,” diye isyan ediyordu. Ama öfke susmuyordu. Bir dostumun ihanetiyle tetiklenmişti bu karanlık. Aslında tek bir ihanet değildi; tüm ihanetlerin, hayal kırıklıklarının, sustuklarımın, içime attıklarımın birikmiş hâliydi. Iron Maiden’ın işkenceye dönüşmesi bu yüzden ironikti; çünkü kendime ettiğim işkencenin vücut bulmuş hâliydi.
İlk kez o gün fark ettim gölgemi. Ve ilk kez sordum kendime: Bu canavarı ben nasıl büyüttüm? O benden saklanarak nasıl bu kadar güçlenebildi?
Bir kıvılcım onu ortaya çıkarmıştı. Belki de çoktan büyümüş, semirmiş ve şimdi kontrolü ele geçirmeye karar vermişti. Ama buna izin veremezdim. Bana anlatmak istediği şeyi bulmak zorundaydım.
Önce onun varlığını kabul ederek başladım. O, benim eserimdi. Kendime attığım her kesik, sustuğum her incinme, görmezden geldiğim her kırılma gölgemin bir parçası olmuştu. Sevdiğim insanların niyetlerini görüyordum aslında, ama onları kaybetmemek için kendime bahaneler uyduruyordum: “Öyle demek istememiştir… Sen kötü niyetli bakıyorsun… Önyargılı olma…”
Bu cümleler iyi niyetli görünüyordu, ama ruhuma her defasında bir kesik attığının farkında değildim.
Sindirdiğimi sandığım her şey aslında kendime yönelen öfkeye dönüşüyordu. Sonra o öfke büyüyor, gölgeye dönüşüyor ve içimde saklanıyordu. Biz de onu utanılacak çirkin bir çocuk gibi gizliyorduk.
Ve bir gün gölge intikam alıyordu. Bizi incitenleri incitmeye başlıyorduk. Ama fark etmediğimiz şey şuydu: Birini incittiğimizde bile gölge yine besleniyordu.
Ruh incitmek istemez. Ruh incinmek de istemez. Ruhun doğasına aykırı her davranış bir canavarı besler. Bir gün ele geçirirse… işte o zaman avatarımız düşman tarafa geçer. Yargıladığımız tarafa.
İnsanlığın karanlık yüzü böyle zamanlarda ortaya çıkar. Bir cinayete dönüşür, saf kötülüğe, acımasızlığa. Aslında işlediğimiz kendi cinayetimizdir: Öz varlığımızı öldürürüz. Ve her şey bir incinme ile başlar.
İncinmeden yaşamak mümkün değil. Çünkü etrafımız gölgeleri önde yürüyen insanlarla dolu. Ama kendi gölgemizle barışmadan bu yükten kurtulamayız. Bu bir ölüm kalım savaşıdır.
Peki buna nasıl son vereceğiz?
Ben, gölgemi fark ettiğim anda onu görerek başladım. O, ailenin dışlanmış çocuğu gibiydi; itilmiş, yok sayılmış, sevilmemişti. Ben onu gördükçe gölge bana mesajını göstermeye başladı:
“Seni incitmek isteyenleri gör. Onlara izin verme.”
O günden sonra karşıma öyle insanlar çıktı ki… Kurnaz, kendini gizleyebilen, bıçağı saplayıp sonra hiçbir şey olmamış gibi davranan… Ama artık ustalaşmıştım. “Yok canım o değildir,” diye bakınmıyordum. Bıçağın kimden geldiğini biliyordum. İzin vermemeye ve gördüğümü ifade etmeye başladım.
En yakınlarımızdan gelir o bıçaklar. Aileden, dosttan, sevdiklerimizden. Kaybetmemek için içimize gömeriz. Ama artık kendime şunu söylüyorum:
“Kendini incitme.”
Bunu yaparken bıçak çekmeme gerek yok. Sadece izin vermiyorum.
Arkadaşıma şöyle diyorum mesela:
“Bu yaptığın beni çok incitti. Bir sorunun varsa kendi içinde çöz. Ama bunu bana yansıtmana izin vermeyeceğim. Bu yüzden yolumu ayırıyorum.”
İşte hepsi bu kadar.
Gölgeyle barışmak, onu yok etmek değil; onu elinden tutup ışığa doğru yürütmektir. Çünkü gölge de bizimdir, bizimle büyümek ister. Onu reddettikçe bizi acıyla dürter, sesini yükseltir; onu duyduğumuzda ise yumuşar, insan olmanın bütünlüğünü hatırlatır. Işık ne kadar değerliyse, gölgenin öğrettikleri de o kadar değerlidir.

