İçerideki Düşman
Rüzgar, kuzeyden gelen kuru bir uğultu gibi Çin Seddi’nin henüz yazılmamış satır aralarından içeri sızıyordu. Derin sessizlik, kahverengi ağır taşların gündüz güneşten kavrulurken çıkardıkları o çatırdayan sesleri bile yutmuştu. Fakat karanlık, ötelerden gelen sert bir kokuyu taşıyordu. Yanık ot, uzak köylerin isli dumanı ve kılıçla açılmış bir yaranın metal tadı.
Batı kapısının komutanı Jian’dı. Sert çehresine rağmen gözlerinde daima fark edilir bir yumuşaklık vardı. Henüz yirmi yedi yaşındaydı. O gece nöbet değişiminden önceki tekinsiz saatlerde, kimsenin duvara yanaşamayacağına inandığı o yüksek kulede tek başına gezinirken, kendi ayak sesleri bile onu rahatsız ediyordu.
Duvarın yamaçlarına bakan tarafta, yeni ayın zayıf hilali bile görünmüyordu. Jian, elini taş parmaklığa dayadı. İçindeki sıkıntıyı, ufuktaki kapkara çizgide aradı. Düşman görünmüyordu lakin onu rahatsız eden asıl tehlike orada değildi.
“Bu sur kime hizmet ediyor?” diye düşündü.
O sırada aşağıdan yukarı doğru yükselen bir ayak sesi duydu. Sanki bir çocuğun incinmiş topuklarının cılız vuruşu gibi kulağını tırmalıyordu bu ses. Merdivende bir gölge fark etti. Oysa nöbetçilere verilen pabuçların ağır taban sesleri böyle değildir. Bu ses yabancı birine ait olmalı diye düşündü.
Birkaç basamak sonra gaz lambasının kör ışığında yaşlı bir adam belirdi. Yıpranmış keten cübbesi, uzun gri sakalı, kaşlarının altındaki derin gölgenin içinden parlayan gözleriyle hiç de sıradan birine benzemiyordu. Jian, elini kılıcının kabzasından çekmedi.
“Gece vakti kuleye çıkmak yasaktır” dedi sertçe.
 “Surlar yüce” dedi adam usulca, “Ama gölgeleri insan boyu...”
Jian, bu cümlenin ardındaki gerçek anlamı çok daha sonra kavrayabilecekti. O an tüm soruları unutup adama yol verdi. Yaşlı adamın adının Zhang olduğunu, yıllar önce başkentte katiplik yaptığını, sonra imparatorluk arşivlerinde gördüğü yolsuzluklardan bıkıp kendi isteğiyle köylere çekildiğini öğrenince, içindeki nedensiz tedirginlik daha da büyüdü.
“Bunca yolu neden yürürsün?” diye sordu Jian.
 “Kararın nerede alındığını görmek isterim” dedi Zhang. 
“Düşman kapımızı mı zorluyor, yoksa biz kapıyı içeriden mi gevşetiyoruz?”
Bu sözler Jian’ı ansızın kendi çocukluğuna savurdu. Babasının dükkanına gelen yağmurluklu memurunun, rüşvet aldıktan sonra dükkanın kapısını sertçe kapadığında çıkardığı o küstah sesi hatırladı. Babası hala borçlarını düşünürken, memur kapının dışında çamura basmamaya çalışarak yürüyüp gitmişti. Jian’ın zihninde o kapı hala arızalıydı. Tam kapanmıyordu.
Ertesi gün, güneş Çin Seddi’ni ince bir ipek gibi sarı ışıklarla örtmüşken, aşağı avluda atların yulafa eğildiği yıpranmış ahşap ahırın yanında duran Zhang, elinde ufak bir bambu çubukla toprağı eşeliyordu. Çubukla kazdığı küçük çukura kuru tohum serpiştiriyor, sonra üstünü kapatıp ayağıyla bastırıyordu. Acele etmeden, sanki yıllarını harcayacağı bir tarlayı işliyor gibiydi.
“Burada tohum tutmaz” dedi Jian yaklaşırken.
 “Hayır” dedi Zhang gülümseyip “Ama toprağa bakan kişi, taşın da toprak olduğunu hatırlar.”
Tam o sırada kule nöbetçisi koşarak geldi. Komutanın kulağına, gece vakti batı kapısının altındaki gizli kemerde bir oyuk keşfedildiğini fısıldadı. Bir el büyüklüğünde, taşın altına gizlenmiş deri kese de bulmuşlardı. İçinde parlak gümüş sikkeler vardı. Jian’ın boynundaki damarlar kas katı kesilmişti sinirden.
Baş muhafızını çağırdı. Kuledeki on asker sıraya dizildi. Yao adında genç bir muhafızın titrediğini fark etti. Bu, kuzey rüzgarının üşütmesi değil, rüşvet alan bir kişinin korkudan kendinden geçmesiydi.
Sorgulama uzun sürdü. Genç muhafız direnemedi. Bir handa tanıştığı, sınırın öte yanından geldiğini söyleyen tüccar kılıklı bir adam ona çok para vermişti. “Kapının kilidini üç nefesliğe gevşet, ben zamanı bilirim” demişti. Hepsi buydu.
Jian, gece ayazında nöbet yerine dönerken, duvar taşları içindeki ağır, uğultulu sessizliği dinledi. Zhang’ın o sabah ektiği tohumlar aklına geldi; “Taş da topraktır” demişti. Bu duvarı kaldıran taşlar, karakteri çürümüş tek bir insanın yalanıyla yerinden oynayacaktı belki de.
Üç gün sonra kasvetli bir akşamüstü, rüşvet alıp kapıyı gevşeten Yao, mahkeme kararını beklerken zindan penceresinden Jian’a baktı. Üzüntülü görünmüyordu.
“Komutanım” dedi kısık bir sesle, “Babam her zaman ‘Duvar bizi kurtaracak’ derdi. Ama duvarı geçmek zorundaydım. Yolun öte ucuna geçmek istedim.”
Jian, Yao’nun yalanına buruk bir gülümseme ile karşılık verdi. Yao’nun öfke besleyebilecek kadar uzun yaşamayacağını da biliyordu. Çünkü kendi içinde bu sorunun cevabını zaten vermişti. Aşağı köylerdeki yoksulluk Jian’ın vicdanını sızlatacak kadar derindi. Keza kendisi de aşağı köyden geliyordu. Yao’yu rüşvete iten yoksulluk, gerçekten sadece Yao’nun suçu muydu?
Seddi ören imparatorluk, kaç muhafızın hayatını güvence altına almıştı? Taşları dizdiler ama taşıyacak omuzları unutmuşlardı. Zaten binlercesi daha duvar yükselmeden yorgunluktan ölmüştü. Kalanların çoğu da yoksulluktan…
Jian, Zhang’ı yeniden bulmaya gitti. Yaşlı adam kule dibindeki o kurak toprağa eğilmişti. Bu kez yakındaki su tulumundan, kazdığı çukura avucuyla su taşıyordu.
“Senin tohumlar” dedi Jian, “Burada eninde sonunda kuruyacak.”
 “Evet” dedi Zhang “Ama büyümeyecek demedim. Bir gün rüzgarın etkisiyle elbet başka bir yerde filizlenir. Tohumlar yalan söylemez, sen neysen o da odur.”
Jian bir an sustu. Sonra dayanamadı:
 “Duvarımız delik, içimiz delik. Tohum neyi kurtaracak?”
“Kendi kökünü” dedi yaşlı adam, “Çünkü duvar toprağa kök salmaz. Duvar, çürüyen bir korkunun süngüsüdür. Tohum ise doğrudan içe uzanır.”
Zhang ayağa kalktı, elini Jian’ın omzuna koydu. “Taşlar yüksek. Ama karakter duvar boyu uzamaya yetmezse, onları bir kaşık su devirebilir.”
O gece Jian uyuyamadı. Kulenin tepesinde, mermer levhanın üzerinde diz çöktü. Rüzgarın uğultusunu dinledi. Başını taş korkuluğa yasladı. Uzakta kapkara dağların siluetleri, karın içinde solgun bir kalp gibi atıyordu. Kendini geçmişte, çocukluğunun köyünde, babasının dükkanında buldu. Kapıyı rüşvetle kapatan memurun yüzü silinmiyordu hafızasından.
“İçerideki düşman, dışarıdakinden önce gelir.”
Bu cümleyi düşünürken, zihni tuhaf bir açıklığa büründü. Babasının elleri, o rüşvet sahnesinden sonra sessizce kapanmış, kepengi indirirken de titremişti. Jian, o an fark etti. Duvarlar yükselirken, babasının kepengi onun çocukluğundaki tek duvardı. Çünkü o kepengin ardında babası çocuklarına yalan söylememiş, kendisine eser miktardaki bu utancı miras bırakmıştı. O utanç, şimdi burada, sedde tırmanıyordu.
Sanki taşlar nefes alıyordu. İçeride bir ses büyüdükçe büyüyordu:
“Sana verilen rütbe bir duvar, içine örülen karakter ise bir kapıdır”
Jian birden karar verdi. Yao’nun affı için yazılı bir dilekçe düzenleyecekti. Herkes buna karşı çıkacaktı, biliyordu. Rüşvet alan kişi haindir. Cezası da çok hızlı verilir.
Ertesi gün, imparatorluk mührünü taşıyan katipler kapıya geldi. Jian, seddi yöneten baş Amiralin önüne çıktı. Sesinde tedirginlik yoktu, kelimeler ağzından dingin bir nehir akıyordu;
“Bir askerin hatası bu duvarı yıkamaz ama adaletsizce kesilen bir ceza, kalan bütün kapıları aşağı indirir.”
Baş Amiralin kaşları çatıldı. “Duvar korku değil, kudret içindir” diye bağırdı. Jian ise hiç tereddüt etmeden cevap verdi: “Kudret taşta değil, taş yerinden oynadığında ayakta kalabilende saklıdır.”
Tartışma uzun sürdü. Gün batmak üzereydi. Sonunda af kararı çıktı. Ayrıca bütün garnizonda eğitim arttırılacak, maaşlar iyileştirecekti. Duvar aynı duvardı. Ama surların içindeki ses yeni bir yankı doğurdu. Bu ses vicdanın sesiydi.
Ertesi sabah, duvarın yamaçlarında kır çiğdemleri açmıştı. Jian kulede tek başına nöbet tutarken aşağıda tanıdık bir gölge belirdi. Zhang, elindeki kütük bastonuyla yavaşça yürüyordu. Jian koşup yanına indi.
“Tohum?” dedi. Zhang yere çömeldi. Geçen gün kazdığı çukurda, taşların arasından inatla kıvrılan zayıf, yeşil bir filiz görünüyordu. Yaşlı adam gülümsedi. “Taşlar toprak olunca” dedi, “İnsan da insana dönüşür.”
Jian sedde baktı. Kuzey ufkunda ince bir toz dumanı vardı. Belki de göçebelerin sürüleridir diye düşündü. Ama Jian, ilk kez içinde hiçbir korku taşımıyordu. Duvar hala oradaydı, beklediği düşman da. Fakat Jian, o duvarın asıl koruyucu olmadığını artık biliyordu. Taşı koyan el korkuydu. Fakat taşı anlamlı kılan, onu koruyan karakterdi.
“Karakter” diye mırıldandı Jian, “Duvarı kapatan değil, evin kapısını açan anahtardır.”
Tam o anda sabah güneşi, devasa taş surun zirvesine vurdu. Gölgeler, tutsak düşmemiş insanların yüzlerine yol vererek usulca geriye çekildi. Jian düşündü: “Duvar gölgesini geriye, insan gölgesini öne düşürür. Eğer yürümek istiyorsan önce karakterinin gölgesine basmayı öğrenmelisin.”
Aylar sonra Zhang’ın filizi, küçük bir dut fidanına dönüştü. Uzak Kitan seferinden dönen bir haberci, sınır kapısına kadar geldi. Sonra duvarın gölgesinde durdu. “Son saldırı, kapıya varmadan geri döndü. Muhafız korku saldı, duvarı aşamadılar.” dedi. Jian başını sallayarak içinden şunu söyledi: “Duvarı değil, karakterlerimizi aşamadılar.”
Akşamüstü, Yao yeni nöbetinden dönerken Jian’a yaklaştı. Genç muhafız titreyerek komutanının önünde eğildi ve bir kese uzattı. İçinde üç gümüş vardı. “Kefareti tohumladım. İzin verin surun zemini için harç alayım.”
Jian gülümsedi, keseyi geri itti. “Sur taşına değil, kendine harç ol” dedi.
“Bir gün benden sonra bu kuleyi belki sen koruyacaksın. Ama önce ayakta durmayı öğren.”
O gece Jian sedde bir kez daha baktı. Taşların arasında, zamanın bile silemeyeceği o ince dut fidanı rüzgarda usulca salınıyordu. Dolunay, duvarın üzerinde düşmüş gibi sabitti. Sanki gökyüzü de duvarın ciddiyetine saygı duyuyordu.
Jian, elini taşın üzerine koydu. Taş soğuktu ama avucunda hafif bir çarpıntı hissediyordu. Bir kalp gibi. O kalbin taşa değil insana ait olduğunu düşündü. Sonra, Zhang’ın yeşeren fidanına bakmak için aşağı indi. Zhang ortada yoktu. Fakat dut fidanının hemen yanında, ince bir iple bağlanmış küçük bir not ilişti gözüne:
“Duvarın ömrü taşın sertliği kadardır.
 Karakterin ömrü ise toprağın sabrı kadar.
 Taşın üstüne duvar örebilirsin.
 Ama toprakta kök salmadan hiçbir fidan yeşermez.
 İnsan, gölgesini aştığında surlar yeniden yükselir.
 Bu seddi örmüyorsun Jian, karakterini inşaa ediyorsun. 
Karakterin surları görünmez olsa da, onu aşabilecek kudret yalnızca bu fidanın gölgesinde yeşerecektir.
O, güçlü bir karakterden başkası değildir.
Zhang”




