Kırlangıç Sonbaharı
Köyün üzerinde hafif bir sis vardı o sabah. Henüz güneş, çalılıkların ardından usulca yükselmişti. Toprak nemliydi; geceleyin yağan yağmur, kuru otların üzerinde süt renginde bir donukluk bırakmıştı. Rüzgar yumuşaktı, bir annenin sessiz iç çekişi gibi.
Ve işte o gün, Ivan Alekseyeviç uyanmadı. Oysa yatakta uzanırken sanki yalnızca gözlerini dinlendiriyormuş gibiydi. Yüzünde kırık dökük bir ifade vardı. Yan odada sobaya odun atan karısı Marfa, birkaç dakika sonra içeri girdiğinde, önce hiçbir şey anlamadı. Sadece pencerenin önünde dönen bir kırlangıç gözüne ilişti. Sonra usulca kocasının yanına oturdu ve elini tuttu. Eli, ne sıcak ne de soğuktu.
Ivan Alekseyeviç yetmiş iki yaşındaydı. Eski bir öğretmendi. Otuz sekiz yıl boyunca aynı okulda, çocuklara harfleri, harflerden kelimeleri, kelimelerden de düşünmeyi öğretmişti. Köylüler onu çok sevse de, asla tam olarak anlayamazlardı. Çünkü Ivan, kelimeleri derin kuyulardan su çeker gibi bir çırpıda kullanır ve içindeki anlamı doğrudan anlatmak yerine akışına bırakırdı. Her cümlesinde bir sükunet, susuşunda ayrı bir yük taşırdı.
Emekli olduktan sonra köyün biraz dışında, ormanla buğday tarlalarının arasında küçük bir kulübeye yerleşmişti. Marfa ile birlikte sessiz bir hayat kurmuşlardı. Sabahları erkenden kalkar, toprağı yoklar, kuşları dinler, sonra verandaya oturur, eski öğrencilerinden gelen mektupları okurdu.
Zaman zaman, sessizliğin içinden geçen trenin düdüğü duyulurdu. Ivan, o sesin yavaşça yaklaştığını ve aynı hızla uzaklaştığını dinler, “işte, insan ömrü de böyle” derdi.
“Sesin geldiği an ile kaybolduğu an arasında yaşarız.”
Öldüğünde, kasabanın yerel gazetesi ona bir paragraf ayırdı:
“Ivan Alekseyeviç Pavlov, eski öğretmen. Sessiz, dürüst ve çalışkan. 38 yıl boyunca birçok çocuğa dokundu. Huzur içinde yatsın.”
Ama onu en iyi anlatan yazı, hiç yazılmamış olanıydı.
Ivan’ın ölümünden sonra Marfa, pencerenin önündeki defteri buldu. İçinde Ivan’ın el yazısıyla yazdığı onlarca küçük not vardı. Sayfalar arasında dolaşırken, bazen burnunuza çam kokusu gelir, bazen de bir çocuğun içten gülümsemesini işitebilirdiniz.
Son sayfada, Marfa'nın gözleri uzun süre takılı kaldı.
Ivan şöyle yazmıştı:
“Zaman bir ev değil, bir yol. Ama biz hep yerleşmeye çalışıyoruz. Her sabah yeni bir pencere açıyorum, içeri yeni bir mevsim giriyor. Bir sabah ilkbahar, bir sabah kış, bir sabah sonbahar… Bugün, içeri kırlangıçlar doldu. Hepsi kanatlarında geçmişi taşıyordu.
Marfa’ya söyleyeceğim, pencereleri açık bıraksın. Belki ben de uçarım bir sabah, hiç fark ettirmeden.”
Marfa, pencereyi açtı. O gün, gökyüzünde binlerce kırlangıç vardı. Dönüyorlar, toplanıyorlar, sonra birer birer uzaklaşıyorlardı. Rüzgarın yönü değişmişti. Artık batıdan esiyordu. Ne göğü ne toprağı dinliyor, doğrudan insanın içini yokluyordu. Marfa pencereyi açık bırakmıştı. Başını yasladığı çerçevenin kenarında soluk bir ip gibi süzülen tül perde dalgalanıyor, perdeyle birlikte onun hafızası da kıvrılıp duruyordu.
İçinde bir boşluk değil, aksine taşıp duran bir yoğunluk vardı. Ivan’ın sesi, gözleri, sabah alışkanlıkları, verandada unuttuğu çay fincanı, yastığına sinmiş nefesi… Hepsi odanın içinde asılı duruyordu. Kahverengi paltosu gibi.
Ölüm bazen bir eksiklik değil, fazlalıkla gelir.
Anlamını yitirmiş eşyalar, tam ortadan kırılmış alışkanlıklar ve bir türlü geri çekilmeyen hatıralar gibi.
Marfa, Ivan’ın eski paltosunu aldı. Kokladı. Tanıdık bir rutubet, eski kitapların tozu, biraz da tükenmişliğin kokusu… Kokusunu içine çekerken ağlamadı. O yaşta, gözyaşı zaten gözden değil, amansız bir soluktan düşerdi.
Ivan’sız ilk akşam yavaşça çökerken, mutfakta tek kişilik bir tabak hazırladı. Ekmeği ikiye böldü. Diğer yarısını, alışkanlıkla boş iskemlenin önüne bıraktı.
Ve birden elleriyle yüzünü kapattı.
Çünkü boş iskemle, ölümün en ağır tanığıydı.
Konuşmazdı.
Ama konuşan her şeyin yerine susardı.
O gece soba yanmadı. Yorganın altı boştu.
Zamanın çarkı dönmüyor, sadece içeri çöküyordu.
Marfa gözlerini tavana dikti ve usulca mırıldandı:
“Seni çok özledim Ivan? Söylesene bana, gitmek mi, kalmak mı daha zor?”
Ardından pencerenin dışında bir kırlangıç, gece yarısında yönünü şaşırmış gibi kanat çırptı.
Ve o ses, uykunun en ince yerine işledi.
Ertesi sabah, bahçeye çıktığında toprak hala nemliydi. Ama rüzgar durmuştu.
O an, zamanın kısa bir süreliğine bozulduğunu hissetti.
Sanki bir yerde bir şey eksikti. Bir ritim kopmuştu. Günler birbiriyle aynı değil, mevsimler şaşırmıştı.
Marfa, pencereyi hep açık tuttu. Kırlangıçlar birkaç gün daha döndü. Sonra bir sabah, hepsi birden yok oldu. Gökyüzü bir anda boşaldı.
Ve o gün, Marfa ilk kez Ivan’ın olmadığına gerçekten inandı. Çünkü kırlangıçlar geri dönmüyordu.
Her gün mezarının başına gidiyor, toprağı düzeltiyor ve taze çiçekler ile örtüyordu üzerini Ivan’ın. Bir kadının bir adama sessizce ettiği son iltifattı bu.
Sonraki haftalarda Ivan’ın defterlerini ve kitaplarını köy okuluna bağışladı.
Öğrenciler onun zarif yazısıyla yazılmış satırları okuyunca, kim olduğu hakkında zor olsa da fikir sahibi oldular.
Bir sabah, Marfa uyanmadı.
Yüzünde yorgun, ama içten bir gülümseme vardı.
Yanındaki komşu kadın, onun ellerine sarılmış bir tül parçası buldu.
O tül perde yıllar önce pencereden uçup gitmiş, sonra bir sandığın içine gizlenmişti.
Marfa onu çıkarmış, ellerinin arasına almış ve beklemişti.
Beklediği kimdi? Bunu kimse öğrenemedi.
Ama o sabah, evin üstünden bir kırlangıç geçti.
Ve sonra bir tane daha.
Kırlangıçlar sessizce dönüyordu.
Sanki biri sonunda yolu bulmuş ve diğeri de onu karşılamaya çıkmıştı.