Küçük Kırmızı

.... Aylar önce yazmaya karar verdiğim ama bir türlü düşüncelerimi kelimelere dökemediğim o esrarengiz hikaye...

Aklımda büyüttükçe elimden kaçan karakterler, suskun diyaloglar, gölgede kalan ruh halleri ve karşımdaki pencerenin kenarında dilsiz şeytan gibi duran o siyah hırka...

Sahi, o hırka benim olabilir mi? Hiç de hatırlamıyorum. "Dikkatimi o dilsiz şeytandan uzaklaştırmalıyım" derken, Gölgem’in mırıltısı usulca yükseldi. Sanki “Hadi” diyordu. Derin bir nefes alıp parmaklarımı klavyeye koydum. Fakat yazmaya başlamadım. Henüz değil. Ama o boşluğun içinde ilk defa bir sıcaklık hissettim. Belki de bu sefer olacaktı.

Zihnimde dolaşan ilk düşünceyi fısıltıyla söyledim:

"Bazen insanın kendi evine dönmesi, bir başkasının yurdundan geçer. Elbette insanlar da tüm eski hatıralar gibi hırka giyer. Eskimeyen bir fotoğraf karesinde olduğu gibi."

Yazamadığım romanın ilk cümleleri bu olabilir miydi?

Gölgem başını kaldırdı, bana baktı. Son derece ciddiydi. Ben de öyle. O dilsiz şeytanı pencerenin önünden kaldırmalıydım. Fakat hırkanın orada durması ve bana hatırlayamadığım önemli şeyleri sürekli bir şekilde atlıyormuşum hissi vermesi beni canlı tutmaya yetiyordu.

Sanki hırkanın bir kişiliği vardı. O kadar süredir orada duruyordu ki, sanırım baktığım yerde görmezsem eksikliğini hissedecek gibiyim. Belki de değilim. Sahi, o hırkanın rengi siyah mı yoksa koyu kahverengi mi?

Yüzümde yorgun ama umutlu bir tebessüm belirdi. Konumuz hiçbir zaman hırka ya da rengi ile alakalı değildi. Kimin olduğunu, neden orada durduğunu ve hatta ne kadar zamandır orada olduğunu bile hatırlamıyorum. İsmi olmasa da bir karakteri vardı. Onu hatırlayana kadar gözlerimin önünden ayırmayacağım gerçeği ile karşı karşıyayım işte bir kez daha.

Reklam metinlerinden, dergilere sıkıştırılmış yazılardan, okunmadan kalan köşe yazılarından buralara geldim. Karşımda duran bu siyah, kahverengi ya da rengi her ne ise işte... Dikkatimi dağıtan her şeyden kurtulmalıyım biran önce. Kimsenin bilmediği, okumadığı iki roman bitirdim daha önce. Belki de üçüncüsü, içimdeki düğümleri çözecek olandı. Kararlıydım. Bu sefer benim gibi yarım kalmayacaktı öykülerim.

Gölgem kolumun üstüne patisini koydu. Sanki “Hadi, artık başlamasın” der gibi.

Ayağa kalktım. O an, sadece yazmak için değil, anlatmak için yaşadığımı yeniden hatırladım. Kendime değil, belki de bir kediye, bir gölgeye, sokaktaki bir evsize ya da hiçbir görüşe sıkı sıkıya tutunamayan, yalnızca rüzgar estikçe sesi duyulan o yaşlı çınar ağacına...

"Tamam" dedim sessizce. Hem Gölgem'e hem kendime. “Şimdi başlıyoruz.”

Giderek derinleşen bir kuyu gibi, o koca boşluk hala duruyordu sayfanın tam ortasında. Yukarıdan kendime bakıyor ve aşağı doğru sesleniyordum:

"Attığım ipi tut ve yukarı çık."

Sesim kuyunun içinde sonsuzluğa yankılanıyordu. “Yeni Roman” başlığı altındaki beyazlık, bir okyanus gibi dalgasız ve sessizdi.

Parmaklarım klavyenin üzerinde öylece kalmıştı. Ama içim kıpır kıpırdı. Gölgem’in patisi hala kolumun üstünde, mırıltısı arka fondan salınıyordu.

Tam yazmaya başlayacakken, telefondan çıkan mesaj sesine irkilerek karşılık verdi Gölgem.

"Bakalım bu sefer kimin bir süper kahramana ihtiyacı var" dedim.

"Nasılsın? Konuşabilir miyiz bu akşam?"

Gelen mesaj buydu.

Kısa, net ve içine bir bıçak saplanmış gibi huzursuz edici.
İsmini görünce kalbim sıkıştı: Gökçe.

Nasıl da unuturum. Bugün onun doğum günü.

Benden önce bir gün bile doğum günü kutlanmamıştı. Zaten o da zamanla doğduğu günü değil, hayatta kaldığı günleri kutlamaya başlamıştı. Çünkü bazı insanlar doğmaz, sadece hayata düşerler. Gökçe'de onlardan biriydi.

Düşünmeden ayağa kalktım. Gölgem şaşkın gözlerle bana baktı ve patisini geri çekti. Telefonu aldım, mesajı tekrar okudum. Sonra bir kez daha. Ve yine.

Her defasında bir kelimenin altı çizilmiş gibi hissediyordum.

Gökçe...

Hayatım boyunca "hayır" diyemediğim tek kişi. Gölgem, durumu tam olarak anlamasa da en azından beni dinliyordu. Ya da buna mecbur kalıyordu.

Üç kez denedik onunla. Her biri farklı zamanlarda, farklı şartlarda... Ama aynı sonuçla bitti. Sessizlikle. Ya da daha kötüsü, suskun ama yorgun vedalarla.

Ama Gökçe hep hayatımın bir köşesinde durdu. Tıpkı o siyah hırka gibi. İsimsiz ama yerinden oynatmaya kıyamadığın bir varlık gibi.

Dışarı çıkmalıydım. Temiz hava belki düşüncelerimi biraz dinginleştirebilirdi. Ama adımlarım beni doğrudan Küçük Kırmızı’ya götürdü. Eski, ahşap sandalyeleri gıcırdayan, masalarında çiçek desenli örtüler olan o eski salaş meyhaneye. Gökçe’yle ne çok akşam geçirmiştik burada…

Mezeler, gülüşmeler, kavga sonraları barışmalar... Hepsi bu sokak lambasının altından giren loş ışıkta birer gölge gibi dönüyordu zihnime.

İçeri girdiğimde her şey aynıydı. Zamanın buraya işlemediğini düşündüm. Aslında dönmeyen mekan değil yalnızca aşktı. Belki de bu yüzden seçmişti bu yeri. Geçmişin izlerini taşıdığı için.

Gökçe gelmemişti henüz. Bir masaya geçtim. Denize en uzak ama içime en yakın olan yere. Ne zaman onu düşünsem, içimde tarif edemediğim bir eksiklik belirirdi.

Yaklaşık bir saat aynı masada oturduktan sonra mesajına karşılık verdim. Bir süre sonra kapıdan içeri girdiğinde, sanki geçmişten biri değil de, bir zamanlar yazmayı düşündüğüm ama yarım kalan bir karakter girmişti içeriye. Siyah bir elbise giymişti. Göz göze geldiğimizde, yılların içinden geçtik sanki zaman yolculuğu mümkünmüş gibi.

Gülümsedi, ben de öyle. Ama ikimiz de bunun aslında ne kadar kırılgan bir an olduğunu biliyorduk.

Sessizce oturdu karşıma. Bir süre hiçbir şey söylemedik.
Sonra ben bozmak zorunda kaldım sessizliği:

“Yıllar geçse de bu masa susmayı öğretiyor insana.”
Gülümsedi, biraz başını eğerek.

“Belki de bazı şeyler ancak sessizlikte anlaşılır.” dedi.

Söylediği her kelime derin bir yara gibi sızlıyordu içimde.
Rakısını yudumladı. Benimle göz göze gelmekten kaçınıyordu çoğu zaman.

“Bilmiyorum neden buraya çağırdım seni. Sadece… seni düşündüm. Bugünlerde sık sık seni düşünüyorum.”

“Neden?” dedim.

“Bilmem. Belki de artık başka hiçbir şey yerli yerinde değildir. Ama sen… sen hep aynı kaldın benim için.”

Yıllar önce böyle bir cümleyi duyduğumda gözlerimi kaçırırdım. Bu kez kaçırmadım.

“Neden şimdi?” diye sordum.
Gözlerini bana çevirdi.

“Bilmiyorum. Belki artık bir şeyler için çok geç, ama bazı şeyler için de... çok erken olmadığını hissediyorum.”

Yutkundum. Söylemek istediklerim ağzımda düğümlendi.
“Biliyor musun” dedim, “Ben yeni bir roman yazmaya çalışıyorum. Ama her karakter sanki senden bir parça taşıyor. Her hikaye seninle başlıyor ama hiçbir yerde bitmiyor. Belki de bu yüzden bir türlü yazamıyorum.”

Gökçe, o tanıdık bakışlarını üzerimden çekmemekte kararlıydı.

“Beni hikayenden çıkar. Ama yaşadıklarımızı çıkarma. Çünkü ben de artık senin gibi düşünüyorum. Anlatmak için yaşıyoruz belki de. Yaşantımıza, hikayelerimize bir tanık olsun istiyoruz. Ve bazen, sadece bir cümle bile bir hayatın yükünü hafifletebiliyor.” dedi.

O anda karar verdim.
Gökçe ile tekrar başlamayacaktık. Bunu ikimiz de biliyorduk. Ama bu buluşma bir son değil, bir kabullenişti. Hikayenin nereye evrileceğini bilmiyorduk ama, yıllar süren yükleri omzumuzdan biraz olsun indirmeye başlamıştık o akşam.

Vakit geçtikçe sohbet derinleşti elbette.

"Bazen kim olduğumu, ne için mücadele ettiğimi unutuyorum. Senin de aynı hisse kapıldığın oluyor mu?" diye sordu.

Düşündüm bunun üzerine. Çok düşündüm. İçimden bir ses diyor ki;

"Sen... sabit giderli, değişken gelirli bir tragedya’sın."

Platon'un da dediği gibi, “Gerçek dünya, mağaranın dışında."
Her dışarı çıktığımda yağmur yağıyor, kira artmış, markette salatalık taneyle satılıyor.
Yani diyorum, bu mudur ideaların cenneti? Kant'a göre ise ahlaki yasa içimizde.

İçime bakamıyorum: Düşündüğüm şey, önümde duran ve 5 taksitle alınmış bir telefonun gelecek ayki taksidi oluyor.

Ya da geciken banka borçları, kira artış oranları ve üç sezon ertelenmiş bir kişisel gelişim planı. Sokrat'ı düşündüm sonra. “Bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğim.”

Evren bana komik bir oyun oynuyor olabilir mi?

Anlam aramaktan birbirimizi kaybetmişiz. Belki de gerçek huzur, çorapların diğer eşini aramayı bırakmakla başlıyordur.

O yüzden artık "Kimim ben?" diye sormak yerine, "Benim için biri kahve yaptı mı?" diye soruyorum.

Çünkü bazen bir bardak kahve, tüm bu varoluşsal boşluğa güzel bir cevap niteliği taşıyor fikrimce. Yani ey kainat! Madem beni anlam yüklemeye zorladın, bari biraz mizah yeteneği de ver diyorum. Çünkü bu absürt tiyatroda, ben sadece kahkaha efektiyle ayakta kalabiliyorum. Hüznü severim, fakat drama bana göre değil.

Bu kadar anlamsız ve uzun konuşmanın ardından Gökçe'de karşılık verdi düşüncelerime.

Dedi ki;

"Hayatın derdini, yaşamak gayesini felsefi bir şekilde ele almanın gereksiz sancısı var üzerimizde. Akılcı ve oldukça uzun bir monogram benimki, uçurum eşiğindeki.

Hani bir dağın zirvesinden düşersin de, aynı zamanda hem gururunu hem de acısını hissedersin ya, işte hayat böyle sınıyor beni.

Zıtlıklar içinde sorgulayan ve aynı zamanda çok iyi bir şairin elinden çıkan -o son söz- kadar hassastır yüreğim oysa. Kimse bilmez. Belki de yüreğim bilinmek istemez.

Ey hayat! Nedir senle derdimiz? Delilikle, dahilik arasında bir sarkaç gibi asılı duruyorum karanlık bir mağaranın tavanında.

Ne tam hayalperestim ne de tam olarak gerçeğe nebiyim.

Sokrat'ın zehrinde midir hakikatin özü, yoksa Platon'un idealarında mıdır evrenin gözü?

Ve nihayet sormaktan yorulmuş bir derviş gibi derim ki sana, yaşa... Yalnızca farkında olarak, yaşa. Ama farklı düşünenler de bizdendir, unutma.

Yaşamak bir alışkanlık sadece. Ölmemek için devam eden bir tür unutkanlık hali. Ve umut, hastalığı geciktiren bir morfin türevi."

Alkol etkisini göstermiş ve restorandan çıkar gibi benliğimizden de çıkıp özümüze dönmüştük sonunda.

Mekandan çıkmaya hazırlanırken hafifçe omzuma dokundu.

“Bu sefer, sadece hatırlamak için geldim. Unutmak için değil.”

“İyi ki geldin” dedim, “Bu cümleyi yazacağım hikayemin ilk satırına.”
“Ve hırka?”
“Hala orada. Ama o artık sadece siyah bir hırka değil. Bir karakter oldu. Belki de seni temsil ediyordur.”

Gülümsedi.
“Gölgelerde yaşamayı tercih eden yalnızca ben değilim demek ki.”

Gece boyunca masada affetmekle ilgili düşündüm.
Gölgem, eve döndüğümde beni kapıda bekliyordu. Başını okşayıp, bilgisayarı açtım. Kuyunun içinden çıkan yoktu henüz. Fakat aşağı bıraktığım ip, kuyunun dibine ulaşmıştı.

Ve sonunda yazdım:

“Bazen insanın kendi evine dönmesi, bir başkasının yurdundan geçer.”

Şehir, gecenin koynuna çekilmişti çoktan. Gölgem koltuğun bir köşesinde kıvrılmış, uykuyla uyanıklık arasında mırıldanıyordu. Bilgisayarın ekranı hala açıktı. Yazdığım ilk cümle beyaz boşluğun içindeki kuyuda duruyordu. Düşüncelerim bir çiğ damlası gibi kırılgan ve karşılıksızdı.

Tam o anda...
Kapı çaldı.

O kadar geç bir saatti ki önce rüya gördüğümü sandım. Ama Gölgem irkilip başını kaldırınca anladım. Gerçekti. Ayağa kalktım. Ayaklarım çıplak, zihnim hala o son cümledeydi. Kapıya yöneldim, nefesim hızlanmıştı. Herhangi biri olamazdı. O saatte, geçmişten bir hatıra ziyaret edebilirdi insanı yalnızca.

Kapıyı açtım.
Gökçe oradaydı.

Sokak lambasının solgun ışığı saçlarının arasından süzülüyordu. Hem tanıdık hem çok uzak kıyıları andırıyordu gülümsemesi. Göz göze geldik. Bir saniye, iki saniye... belki beş. Zaman durmuştu.

Tek bir kelime etmeden içeri girdi. Kapıyı kapatırken bir rüzgar süzüldü arkamızdan, perde titredi. O an hiçbir şey sormadım. O da bir şey söylemedi. Sözler, bizi bu noktaya getirmemişti zaten. Sessizlik en büyük bahaneydi yeni başlangıçlar için.

Uzun uzun baktı bana. Ve ben o bakışta yıllar önceki bir yaz gecesini, terk edilmiş bir sabahı, bir mektubun satır aralarını gördüm. Her şey yerli yerindeydi. Hiçbir şey değişmemişti. Bir adım attı bana doğru. Karşılık verdim. Sessizliğin bittiği yerde dudaklarımız buluştu. Önce sert, çekingen ama kararlı bir şekilde, sonra da zamanla yumuşayan bir dokunuşun içinde eriyen nefesler gibi karıştık birbirimizin içine.

Ellerimiz birbirini tanıyan eski bir melodi gibi buldu birbirini.

Ten, hafızanın en sadık yeriymiş meğer.

Gökçe’nin kokusu, teninin sıcaklığı, saçlarının boynuma değen tüy gibi hafif temasları zihnimde biriktirdiğim sayfaları çevirmeye başladı tek tek. Öpüşerek ilerledik koridor boyunca. Hiç konuşmadan. Sanki tek bir kelime bile aramızdaki büyüyü bozacak gibiydi.

Oysa şimdi sadece hafifliğe ihtiyacımız vardı. Birbirimizin varlığında, suskunluğun içinde yavaş yavaş çözülmeye…

Yatak odasına vardığımızda, ışığı açmadık. Ay ışığı pencereden sızıyor, her şeyi yarım kalan bir film sahnesi gibi gösteriyordu.
Kıyafetlerimizi çıkarırken, acele etmedik. Bu bir kavga ya da sıradan bir sevişme değil, bir teslim oluştu. Uzun zamandır bastırılan her duygunun yavaşça yüzeye çıkması gibi. Ten tene, nefes nefese…

Dizlerimizin titrediği, kalplerimizin senkron tuttuğu o anlarda, geçmişin yükü değil, sadece varoluşumuz vardı yatağın iki yanında. Ellerimiz birbirine sarılmış, dudaklarımızda zaman durmuştu.

Sevgi, pişmanlık, öfke ve hasret… Hepsi karışmıştı birbirinin içine. Saatin kaç olduğunu bilmiyordum. Ama zamanın, o gece bizim için yeniden yazıldığını hissediyordum. Boğazın iki yakasının tam ortası ve bacaklarının arasında giderek sertleşen gururumu dizginlemeye çalıştıkça daha da yavaşlıyordu zaman. Zaman yavaşladıkça daha çok hızlanıyordum geçmişteki hataları bertaraf etmek için.

O an, birbirimize “neden” diye sormadık.

Bazı geceler vardır, cevap aramak yerine sadece var olmak istersin.

Ve biz o gece, sadece vardık. Yan yana, iç içe, geçmişin yükünü sessizce paylaştık. Sonra başını göğsüme koydu. Gölgem kapının önünde sessizce yatıyordu.
Pencerenin kenarındaki o dilsiz şeytan hala yerindeydi. Ay ışığı üzerine düştükçe rengi daha da açılıyordu. Sanırım rengi, koyu kahverengi. Ama bu kez bana bir şey hatırlatmıyordu.

Bu kez her şey… sadece sessizdi.

Sabah, yüzüme vuran soğuk bir ışıkla uyandım. Gözlerimi açtığımda, ilk birkaç saniye nerede olduğumu hatırlayamadım. Tenimde hala onun sıcaklığını hissediyordum. Yastığın köşesinde kalan saç telini gördüm. Yavaşça başımı çevirdim.

Yatak boştu.
Gökçe yoktu.
Tıpkı eskisi gibi.

Birkaç adımda evin içini dolandım. Sessizdi. Kapı yarı aralıktı. Ceketini ve çantasını da götürmüştü. Ne ayak sesi ne de kahve kokusu vardı. Gecenin ardında bıraktığı ne bir not, ne bir mesaj... Sanki hiç gelmemişti. Her şey bir rüyadan ibaretti. Ama yastıkta hala onun kokusu vardı. Ve o yetiyordu, yokluğunu daha çok hissetmem için.

Mutfaktaki sandalyeye oturup ellerimi masanın üzerine koydum. Uzun süre kıpırdamadım. Gözüm, pencerenin önündeki o siyah mı koyu kahverengi mi hala bilemediğim hırkaya takıldı. Her zamanki yerindeydi. Ay ışığında koyu kahverengi, gün ışığında siyaha çalan bir renk karmaşasıyla karşımda duruyordu. Ama içimde bir şey eksilmişti.

Gölgem gelip ayaklarıma sürtündü. Sonra karşıma oturdu, başını yana eğerek baktı bana.
“Sen de hissettin değil mi?” dedim.
Mırıldanmadı bu sefer. Sadece baktı.

“Gökçe...Sanki hiç var olmamış gibi. Sessizce gecenin içinden çıkıp, sabahın ortasında, gün ışığı ile birlikte eriyip kayboldu. Bir gün bırakmayı seçeceğinden o kadar emindim ki, gelmesine asla hazır olamadım. Ama yine de karşılık verdim. Yine de kapıyı açtım. Yine de içeri aldım. Bu neyin cesareti Gölgem? Saflık mı, bağımlılık mı? Yoksa sadece yorgunluk mu?”

Gölgem kalktı. Sırtını kamburlaştırarak yere serildi. Bir iki kez hırıltılı şekilde nefes alıp verdi. Sonra bir sessizlik. Hemen ardından, neredeyse duyulmayacak kadar zayıf bir öksürük sesi geldi ondan. Kalktım. Yanına çöktüm.

"İyi misin?" dedim, onu okşayarak. Yanaklarına baktım. Biraz solgun gibiydi. Belki de bana öyle geliyordu.

Ama Gölgem normalde hemen karşılık verir, başını sevdiğimde belli belirsiz sesler çıkarırdı. Şimdi ise sessizdi. Sadece gözlerini kırpıştırdı. Sanki bir yerleri ağrıyordu da, söyleyemiyordu. Yine de bir çocuk gibi bana güvenerek orada duruyordu. Kucağıma aldım. Hafifti. Belki de hep böyleydi. Ama nedense o sabah, daha bir kırılgan gibiydi. Tüyleri hala yumuşaktı ama nefesi kesik kesik geliyordu.

“Küçük savaşçım, sen de mi yoruldun?” dedim fısıltıyla. Gözlerini kapattığında, onu sevmeyi ve onunla konuşmayı sürdürdüm. Ona Gökçe’yi anlattım. Gecemizi, yıllarımızı, o gidişleri, tekrar gelişleri… Bir şarkının nakaratı gibi dönen döngüyü.

"Her seferinde hayatımın bir yerinde bana dokunup geçiyor, sanki varlığıyla yokluğu arasında bir sınır yok. O kadar tanıdık ki, bir yabancının hissettireceği hiçbir şeyi hissettirmiyor. Bir o kadar da uzak. Bir sevgilinin taşıması gereken sıcaklık da yok üstünde. Ne garip değil mi? Aynı şehirde nefes alıyoruz ama aramızda kıtalar varmış gibi..."

Gölgem’in gövdesi hafifçe dalgalandı. Uyuyordu belki de. Belki de sadece dinliyordu.
Ama bir şey vardı.
Adını koyamadığım bir şey.

Telefonuma baktım. Herhangi bir mesaj gelmemişti.
Zaten gelmeyecekti.
Çünkü Gökçe konuşmaktan korkardı.

Böyle durumlarda genelde susmayı seçerdi. Ben ise hep susardım. Sen bakma bana Gölgem. Bir tek senin yanında düşüyor çenem. Yoksa, hiç konuşkan biri değilimdir. Ama bu sefer susmayacağım. Belki Gölgem’e, belki kendime... Ama birine anlatacaktım. İlk kez kelimeler, geceyi sabaha taşıyacak gücü bulmuştu.

...

16 Aralık 2025 17-18 dakika 15 öyküsü var.
Beğenenler (2)
Yorumlar