Muhbir
.....
Ertesi sabah oturduğum köhne kafede, yazmaya neredeyse aynı zamanlarda başladığımız fakat birbirine zıt beğenileri olan eski bir dostum Arif ile buluştum. O da benim gibi kendi hikayesinin esiri olmuş gibiydi. Büyük bir çelişki ile karşıma geçmiş, elindeki kahve bardağını iki eliyle kavrayarak yazdığı romanı anlatmaya başlamıştı.
"Her şey o patlamayla başladı" dedi gözlerini kısarak.
Ali için sıradan bir gündü. İşten gelmiş, dairesinin penceresinden şehre karışan ışıkların gizli dansını izliyordu. Her zamanki gibi arabası binanın önünde park halindeydi. Her şey normal görünüyordu. Ta ki o sesi duyana kadar.
İlk başta bir uğultu sandı. Vicdanının sesi ile şehrin gürültüsü arasında sıkışmış sıradan bir ses. Ama uğultu kısa sürede kesildi ve ardından tüm binayı sarsan bir patlama oldu. Pencereler parçalandı. Ali refleksle kendini yere attı. Alnı hafifçe kanamaya başlamıştı cam kırıklarının isabet etmesiyle. Yerinden doğrulup dışarı baktığında ise gözlerine inanamadı. Kendi arabası, park ettiği yerde alevler içinde yanıyordu.
Sokak, sessizliği delip geçen sirenler ve panik dolu bağrışmalarla doldu birden. Komşuları, pijamalarıyla dışarıya fırlamıştı. Birkaçı Ali'nin omzunu sarsarak sorular sordu:
"Ne oldu? Kimin arabası bu?"
Ali cevap veremedi. Sadece alevlerin dansını izliyordu. Sanki kendisinin bir parçası yanıyormuş gibi hissetti. İtfaiye geldi, yangını söndürdü. O an polisler, ellerinde not defterleriyle Ali'yi kenara çekti.
İlk başta Ali'nin hedef olduğu düşünüldü. Ancak saatler süren sorgular, tanık ifadeleri ve güvenlik kameraları incelendiğinde gerçek yavaşça ortaya çıktı:
Hedef Ali değildi. Yan binada oturan başka biriydi.
Kartellerin uzun süredir izlediği biriydi bu. Eski bir muhbir. Koruma programından kaçmıştı. Kartel, sonunda yerini tespit etmişti. Fakat yanlışlıkla Ali'nin arabasına bomba yerleştirmişlerdi. Çünkü adamların elinde yalnızca eski bir adres vardı ve park yerleri karışmıştı.
Fatura, yanlış kişiye kesilmiş gibi görünüyordu.
İşler daha da sarpa sardı. Ali'nin geçmişini didik didik eden polisler, on yıl önce karıştığı bir bar kavgasını sorgulamaya başladı.
Kavgada yaralanan bir adamın, kartelle bağlantılı olduğu ortaya çıkmıştı.
“Ve böylece hikayeyi kurgulamak benim için kolaylaştı.” Dedi Arif ve devam etti:
Ali, bir sabah evinden alınarak tutuklandı.
Avazı çıktığı kadar bağırdı:
"Yanlış kişiyi tutuyorsunuz! Kim kendi arabasını patlatmak ister ki ?"
Haliyle kimse dinlemedi.
Mahkemeler, işine gelen bir hikaye bulmuştu bile. Kartellerse, çoktan başka bir avın peşine düşmüştü.
Arif, kısa bir kahve arası daha verdi. Gözleri dalgındı, sanki hikayeyi anlatmıyor, adeta yaşıyordu.
"İşte o gece" dedi sessizce, "Ali yalnızca arabasını değil, hayatının geri kalanını da kaybetti."
Ali'nin tutuklanması basına sızınca, kartelin diğer üyeleri de olayın yanlış kişiye patladığını anladı.
Ali’yi hapiste susturmaya karar verdiler.
Ali, karanlık bir hücrede gözlerini açtığında zaman kavramını yitirmişti.
Kendi arabası... Kendi hayatı... Hepsi kül olmuştu.
Fakat bu süreçte iyi kavradığı bir şey vardı: Ya bu hatanın kurbanı olacak, ya da gerçeği kendi elleriyle çıkaracaktı ortaya.
İlk haftalar kabus gibiydi. Sorgular, suçlamalar, imalar...
Avukatı bile onu pek ciddiye almıyordu artık.
"Elimizde fazla seçenek yok" demişti son görüşmelerinde. "Onlar delillerini hazırlamış bile."
Ali ise içten içe biliyordu. Bu bir hata değildi.
Bu iş, daha derin bir oyunun sadece başlangıcıydı.
Bir gece, hücrenin parmaklıklarına yaslandığında, karşı koridorda başka bir mahkumla göz göze geldi. Yüzünde eski yaralarının izlerini taşıyan, esmer bir adamdı bu. Adı Mahir’di.
Mahir, Ali'ye küçük bir kağıt parçası fırlattı.
Üzerinde yalnızca şu yazıyordu:
"Seni buradan çıkaracak birini tanıyorum."
Ali, kağıdı okuduktan sonra saatlerce düşündü.
Bu bir tuzak mıydı?
Yoksa, kader ona gecikmiş olsa da bir çıkış kapısı mı sunuyordu?
Ertesi gün, ziyaretçi odasında tanımadığı bir adamla birlikte oturdu.
Takım elbisesinin içinden hafifçe eğilerek fısıldadı adam:
"Seni buradan çıkarabilirim. Ama bunun bir bedeli olacak."
"Ne bedeli?" diye sordu Ali.
Adam gözlüğünü düzeltti.
Gözlerinin arkasında sanki binlerce yalanın buğusu vardı.
"Gerçeği bulacaksın. Sana bunu kim yaptıysa onlara ulaşacak ve onları ifşa edeceksin."
Ali bir an tereddüt etti. Sonra yanan arabasını, kan ter içinde sorgu odalarında geçen saatleri ve hücrenin o karanlık duvarlarını düşündü. Başını salladı.
"Kabul ediyorum."
Sonunda, patlamaya hazır bir silah gibi pusuda bekleyen düşüncelerimi Arif'in yüzüne vurma vaktiydi.
En sevdiğim anlardan biriydi bu.
Derin bir nefes alıp gözlerimi kaçırmadan "Neden?" diye sordum. Kaçmak, Ali'yi suçlu göstermez mi?
"Hapisten kaçan bir adamın, masumiyetini anlatacak gücü kalır mı sanıyorsun?
Arif, gözlerini kaçırsa da "Hayat roman gibi değil" dedi usulca.
"Romanlarda yazar her şeyi bilir. Hangi karakter ne zaman ölecek, kim nerede yanılacak... Ama gerçek hayatta insanlar sürekli yanlış kararlar verir. An'ın etkisinde kalır. Çünkü geleceği ön göremez."
Başımı salladım ve "İşte bu yüzden buradayım. Sana bir seçim hakkı tanımaya geldim." dedim.
"Sana mantıklı gelen şey, o anda hayatını kurtarmak oluyor. Ama sonra dönüp baktığında, pişmanlıklarınla nefes alıyorsun."
Rüzgar, fabrikanın kırık camlarında uğulduyordu, oturduğumuz kafedeki gibi. Bir hayatın, bir anda nasıl değiştiğini düşünüyorduk ikimizde. Korkudan doğmuş yalanlara karşı, gerçeğin ayazında yürüyen çıplak ayaklı yazarlardık ikimizde.
Arif bir süre sustu. Camdan dışarı baktı, uğuldayan rüzgarın yankısı kulaklarımızda dolanıyordu. Fabrikanın kırık camlarında, geçmişin hatıraları parça parça sallanıyordu sanki. Sonra güldü.
"Seçim hakkı tanımak… Ne garip bir teklif bu" dedi. "Ama belki de en dürüstü."
Ceketinin iç cebinden küçük, paslı bir anahtar çıkardı. Masaya bıraktı.
"Bu, yıllar önce kilitlediğim bir kapının anahtarı. O gün oradan geçmemiş olsaydım, belki başka bir hayatım olurdu."
Şaşkınlıkla baktım.
"Şimdi oraya geri mi dönüyorsun?"
"Hayır" dedi.
"Ama senin geçmeni istiyorum. Çünkü bazen kendi hikayeni başkasının kararı tamamlar."
Anahtarı aldım.
"Ne var orada?" diye sordum.
Cebinden bir kibrit kutusu çıkarıp bana uzattı.
"Yanına bunu da al. Biliyorsun gerçekler karanlıkta kalmayı sever."
Gece çökmüştü artık. Rüzgar daha sert esiyordu. Ay, fabrikanın bacasından süzülen dumanlara karışmıştı. Kalktım. Kapıya yürüdüm.
Ve işte o anda…
Arkamdan gelen Arif’in sesiyle durakladım.
"Unutma" dedi usulca.
"Romanlardaki gibi hikayenin tamamını bilmek mümkün değil. Ama bazen, bir kibrit çöpü kadar cesaretle yazılır en iyi son."
Geri dönüp baktığımda, Arif orada değildi. Masada sadece boş fincanı ve masal gibi başlayan bir cümlenin ucu kalmıştı:
"Bir yazar, gerçeğin ayazında yürümeyi göze aldıysa, artık geri dönüş yoktur."
Ben de yürümeye başladım.
Ayaklarım çıplaktı.