Mükemmel Zamanlama
Bugün Feza’nın doğum günü. Yaşasaydı, muhtemelen bir barda, sıra dışı bir sohbette olurduk. Yıllar önce tam da bugün, kuantum mekaniği ve mükemmel zamanlama ile ilgili, içinden çıkılmaz bir sohbetin tam ortasındaydık. Elbette fizik alanında uzman değilim. Ama yazdığım bir karakterin hayatındaki en kritik anı, doğru zamanda yaşayıp yaşamadığını tartışırken, onun bilgisine ihtiyaç duymuştum.
Feza, bana olasılıklardan, ihtimallerden, zamanın bükülmesinden söz etti. Ben ise kelimelerle, hikayelerle bu kavramları bir bir yokladım. Bir noktada fark ettim ki, biz aslında aynı şeyi arıyoruz: Mükemmel zamanlamayı. O, bir denklemde, ben ise bir cümlenin nabzında.
“Hayat” dedi bana, “Bir parçacığın en doğru anda dalga mı, yoksa madde mi olacağına karar vermesi gibidir. Gözlemcinin varlığı bile sonucu değiştirir.”
Ben de düşündüm: Belki de aşk, dostluk, yaşanılan kayıplar… Hepsi yalnızca gözlem anının talihsizliğidir. Yanlış anda gördüğümüz, yanlış anda söylediğimiz şeyler değil midir tüm bu kırılmalara sebep?
Bir karakterim vardı. Onu, yanlış zamanda doğru insanla tanıştırmıştım. Daha doğrusu, ben öyle yazmıştım. Ama bir süre sonra kendini savunmaya başladı. Sanki kağıt üzerinde kaderine isyan eden biri gibi.
“Ben doğru kişiyim” diyordu. “Ama sen beni yanlış zamanda sahneye çıkardın.”
Ne kadar da haklıydı! Çünkü doğru sözcükler bile yanlış bir zaman diliminde küfür kadar ağırlaşabiliyor.
Mükemmel zamanlama diye bir şey yoktur. Sadece geç kalmamışlık vardır. İnsan, erken gelir ya da geç kalır. Ama tam zamanında olmak… İşte o, evrenin sana sunduğu nadir lütuflardan biridir. Bir trenin kalkış anı gibi saniyelerle ölçülür.
Çünkü insan hayatı, zamanın insafına bırakılmış bir mekaniğin çark dişlisine sıkışan tüm değerlerden bağımsızdır. Bir çiftçinin tohumunu bir gün erken ya da geç ekmesi, bütün hasadını belirler. Bir askerin savaşta silahı yanlış anda ateşlemesi, binlerce hayatı değiştirebilir. Ya da, şu karşımda oturan adamın maaşının geç ödenmesi, çocuklarının o gece aç uyumasına sebep olabilir. Aslında daha az içmesi de bu denklemde işe yarayabilir. Neyse…
Mükemmel zamanlama, yalnızca bireyin mutluluğu değil, toplumun kaderidir de aynı zamanda. İnsan, çoğu zaman iradesinin değil, zamanın merhametine yenilir. İşte bu yüzden, hayatın büyüklüğü çoğu kez saniyelerin küçüklüğünde ve ayrıntılarda gizlidir.
Hayat bazen, bir bakışlık gecikmeyle bile değişebilir. Yolda gördüğün birini tanımak için başını çevirmeyi yarım saniye ertelediğinde, belki de tüm geleceğini kaybedersin. Veya bir kelimeyi bir dakika erken söylediğinde, sevdiğin insanı kaybedersin. Mükemmel zamanlama, işte bu kırılgan çizgidir.
Ama en büyük ironi şudur: Sen zamanı ayarlamaya çalışsan da, zaman seni hiç umursamaz. Bir ömür boyu ya erken konuşmanın pişmanlığıyla, ya da geç kalmanın acısıyla yaşar insan.
Feza bana bu konuda fiziksel bir örnek vermişti:
“Işığın bile bir yolculuk süresi vardır. Gördüğün yıldız aslında çoktan ölmüştür. Sen ona bakarken, onun ölümüyle karşılaşmazsın, yalnızca gecikmiş bir parıltısını izlersin.”
O an anladım: Belki de mükemmel zamanlama diye düşündüğümüz şey aslında sadece yanılsamadır. Çünkü biz hep geçmişin ışığında kararlar alıyoruz. Binlerce yıl önce sönmüş, ölü bir yıldızı hala görebiliyorsam, burada başka şeyler konuşmalıyız.
Benim de hayatımda böyle bir an vardı. Birine “gitme” demem gerekmişti. Ama sustum. Belki birkaç saniye geç kaldım, belki birkaç kelime erken yutkundum. Bugün hala, o anın mükemmel zamanlamasıyla savaşıyorum. Hatırladığım son şey yüzü değil. Kapının kapanırken çıkardığı sesti.
İnsan çoğu zaman şunu fark etmez: Bir hatıra zamanında yaşanmadığında, hayatın geri kalanını onun telafisini arayarak geçirir. Ama hiçbir şey yerine oturmaz. Çünkü zaman, elinden kayıp gittikten sonra ardında bıraktığı boşluğu kimse dolduramaz.
Mükemmel zamanlama, yalnızca saniyelerin hesabı değildir. Bazen suskunlukların, bazen bakışların, bazen de yutkunmaların birbirine denk düşmesidir. Bir öpücük için eğildiğinde karşındakinin gözlerini kapatmasıdır. Bir itirafta bulunurken tam da yağmurun başlamasıdır. Ya da bir cenazede, bütün kalabalığın sustuğu anda gökyüzünün gürlemesidir birden. Bunların hiçbirini planlayamazsın.
Ve işte, o gün Feza bana bakıp, yorgun bir sesle, sanki bütün denklemleri çözmüş gibi başını salladı ve “Geç kaldı” dedi.
Daha sonra üzerine konuşmadık. Çünkü geç kalınmış bir anın ardından söylenen her söz fazlalık yaratır. Hele ki mükemmel zamanlama üzerine konuşurken. Bu kadar yanlış zamanda gelen bir cümle aslında ironinin ta kendisiydi.
Onun yüzünü tam hatırlamıyorum. Gözlerinin derinliği, sesinin tonu, elinin sıcaklığı… Hiçbir şey net değil. Ama saatin keskin tıkırtısını hatırlıyorum. Belki de en çok bu yüzden sarsıldım. Daha hikayenin sonu yazılmadan, zaman onu benden çalmıştı.
O gidiş bir kayıp değil, bir çarpışma anıydı. Zamanın bizle dalga geçmesiydi. Belki de onun ölümü değil, zamanın zerafetini gösterme şekliydi yalnızca bu.
Ve ben şimdi, suskunluğun mükemmel anını arıyorum. Çünkü bazı şeyler ne erken söylenir ne de geç. Tam da olması gereken anda susulur.
Zaman, ardımızda bıraktığımız an değil, elimizden kaçırdığımız andır belki de.
Ölüm ise, o kaçırılmış zamanların bir toplamı gibi dönüp duruyor başımda. Binlerce yıl önce sönmüş bir kuyruklu yıldız edasıyla…
İyi ki doğdun Feza…
Zaman tekrar etmeyen anların toplamıdır. Her şey bir kere yaşanır. Tarih tekerrür etmez ama insan aynı hatalari yaparak bunu başarır. Konuşulacak yerde susmak, susulacak yerde konuşmak insanın en büyük kuyusudur. Bize denk gelmeyen insanlar ve zamanlar zaten bize ait değildir. Ama duygusal olarak bize en uygun olan zamanı, insanı ve şartları ön görmek gerçekten zordur. Bu yüzden akışı severiz.
Tebrik ediyorum sevgili Mehmet. Her defasında ayrı bir kurguyla, okuyanı etkileyen yazılarla geliyorsun. ✍🏻🌾