Omzumda Yaşlanan Aşk
Trenin penceresinden dışarı bakarken zaman durmuş gibiydi. İtalya’nın manzaraları gözümüzün önünden akarken, içimizde başka bir yolculuk sürüyordu — belki çok daha sessiz, ama çok daha derin. Altı kişilik bir arkadaş grubuyduk; üç çift, ama biz ikimiz yalnızdık. Yalnız ama eksik değil. Hepimiz biliyorduk ki, bir şeyler filizleniyordu aramızda. Göz göze gelişler, sessiz tebessümler, birkaç saniyelik fazla bakışlar…
Bizim koltuklarımız yan yana ayarlanmıştı, kim bilir belki diğerleri bilerek yapmıştı bunu. Ama itiraf edelim; biz de bunu istemiştik. Belki sesli dile getirememiştik, ama gözlerimiz çoktan konuşmuştu birbirimizle.
Yol uzundu. Uyumaya başladık. Ne zaman gözlerimiz kapandı, zaman orada büküldü sanki. O, başını omzuma yaslamıştı — bilerek mi, bilmeyerek mi bilmiyorum, ama hissettiğim şey çok gerçekti. Ben de başımı onun başına yasladım, teması çoğalttıkça kalbim titredi. Ellerimiz, kendiliğinden birbirine dokundu; önce parmak uçlarımız, sonra avuç içlerimiz... Sanki yıllardır eksik kalan bir sıcaklık tamamlanıyordu.
İkimiz de o an uykudaydık — ya da öyle sanıyorduk.
Muavin geldiğinde gözlerini açtı ve bana baktı. O bakış… İçimi kavuran bir tür huzur vardı orada. Ve sonunda konuştum:
"Seni seviyorum. İlk gördüğümde hoşlandım. Bu zamanla sevgiye, sonra aşka dönüştü. İçimde büyüdü, şekil aldı, senden başka bir şeye benzemedi."
Bir an durdu. Elimi tuttu. Gülümsedi. Sonra dudağını dudaklarıma yasladı.
“Ben de seni seviyorum,” dedi.
Trenin yolculuğu, aşkın en yumuşak ritmine dönüşmüştü artık.
Otele geçtiğimizde diğer çiftler gibi odalarını paylaşırken, biz de ilk defa ‘biz’ olduk. O gece, birbirimizi tanımanın, dokunmanın, güvenmenin, sevmenin en saf halini yaşadık. Sadece bedenler değil, kalpler de birleşmişti.
Sonraki günler Viyana’da gezilerle geçti. Manzaraya karşı oturup sessizce birbirimize bakıyor, bazen saatlerce konuşmadan sadece varlığımızın tadını çıkarıyorduk. Gülüyorduk, sevişiyorduk, sokaklarda koşuyorduk, yürüyorduk, bazen sadece duruyorduk.
Eve döndüğümüzde de bu bağ kopmadı. Aynı kampüsteydik. Her gün birlikteydik. Geceleri yürüyüş yapar, hayattan konuşurduk. O, hayal ettiğimden de gerçekti artık.
Zaman geçti. Onunla geçirdiğim her an, kalbimin en derin yerine kazındı. Ama içimde bir korku büyüyordu — onu kaybetme korkusu. Belki o aşk henüz tam olgunlaşmamıştı; belki de ben, kaybetme fikrini sadece bir gölge sanıyordum. Ama bir gün, o gölge düşünceye büründü. Sessizce, usulca beni tehdit etmeye başladı.
Ve sonra, o an — içimden geçirdim, sanki olmuş gibi:
"Hayat bazen bir kelime kadar ani olur.
Belki bir sabah, belki bir gece…
Kaybettim."
Ama onu kaybetmek, onu unutmak demek değildi.
O tren yolculuğu, o sarhoşluk kadar tatlı uykular, o ilk dokunuş… hâlâ avuçlarımda.
Kalbimin derinliklerinde sessiz bir ağırlık gibi duruyor.
Ve ben, onunla yaşadıklarımı hatırlayarak yaşıyorum artık.
O artık yanımda olmayabilir, ama onunla yaşadığım sevgi gerçekti.
Ve bazen bir aşk, sonsuza kadar yaşamak için dünyada yalnızca birkaç güne ihtiyaç duyar.
Artık kaybetmenin korkusu, boynumun hemen dibinde nefes alıyor.
Kazanıyorken kaybetmeyi kim ister?
Ama kaybın bedeli ağırsa, insan daha yavaş, daha dikkatli, daha derin yaşamak ister.
Çünkü kalbini kaptırdığı yer, en çok acıttığı yerdir bazen.