Serseri




Yağmur şiddetini artırmıştı.

Yerinden hiç kalkmak istemediği halde, sıkıntılı sesler çıkararak kalktı yerinden, aralık kalmış olan pencereyi sıkıca kapadı. Oda bir anda sessizliğe gömüldü. Aşağıda caddedeki yoğun trafik ve bitimsiz korna seslerini anında engellemişti kapalı pencere.

Perdeyi araladı. Süzülen yağmur damlacıklarının arasından dışarıyı görmeye zorladı kendini. Nefesi buğu oldu camda. Üşendi buğuyu silmeye. Yılgın adımlarla masasına geri döndü.

Yağmur şiddetini artırmıştı.

Yalnızlık, şiddetini artırmıştı.

Şermin gideli tam üç ay olmuştu. Alışamamıştı hala. Hala evde onun kokusunu duyar gibi oluyordu. Şermin’in ters dönmüş ve salonun ortasında çıkardığı terliğine bile dokunamamıştı. Kafasının bıraktığı çukur, duruyordu hala yastığında. Onun izlerini silmeye niyeti yoktu. Ama iyiden iyiye ağır gelmeye başlamıştı Şermin’sizlik. Bitirmeye çalıştığı romanına bile yoğunlaşamıyordu O’nu düşünmekten. Üç aydır tek bir satır yazabilmişti daha. Oysa ayrılıkların, edebiyatı beslediği söylenirdi hep. Yalan mıydı?

Bilmiyordu ve şimdi düşünmek istemiyordu bunları.

Kalktı. Banyoya gitti. Duş almalı ve hayata karışmalıydı.

Giyindi. Saçını sakalını taradı aynanın buğusunda. Mutfağa gitti.

Buzdolabını açınca, bir sürü hatıra da aynı anda gözlerine üşüştü.

Ağlamamak için direndi ama boşuna. Diz çöktü yere. Her şey üstüne geliyordu sanki.

Perdeler asılacak demişti bir gün Şermin. Makineden çıkartmış, elinde sepet, gözlerinin içine tatlı tatlı bakıyor, elma şekeri alması için yalvaran çocuk sevimliliğiyle, başını hafifçe yana yatırıp, iri zeytin gözlerini kırpıştırarak gülümsüyordu. Oysa hafta sonu rehaveti içindeydi. Büyük eziyetti perde asmak. Ama Şermin’in o güzel yüzünü gördüğünde, geri çevirebilir miydi bu isteği? Yine de biraz daha yalvartmak için ses çıkarmadı. Televizyona bakmaya devam etti.

Şermin; eğer perdeleri asarsa, buzdolabında onu harika bir sürprizin beklediğinden dem vurunca, yerinden ok gibi fırlayıp, on dakika içinde bütün perdeleri asmıştı.

Hüngür hüngür ağlıyordu buzdolabının önünde. Elinden elma şekeri zorla alınan bir çocuk gibi, sarsıla sarsıla ağlıyordu.

Ayağa güçlükle kalkabildi. Buzdolabındaki tencereye elini uzatıp kapağını kaldırdı. Yaprak sarmaları, yani artık bozulmuş olan yaprak sarmaları, yani üç aydır buzdolabının kapağını hiç açmadığı, yani doğru düzgün yemek yemediği, yani meyhanelerde sadece meyhane pilavı yediği için artık bozulmuş olan yaprak sarmaları…

Hızla kapıyı çarpıp, merdivenleri koşar adım indi. Kendini sokağın çılgın ve vurdumduymaz ritüeline bıraktı.

Unutmak için elinden gelenin fazlasını yapmalıydı. Ama birden vazgeçti koşar adım yürümekten. Adımları sakinleşti, yürüyüşü yavaşladı ve durdu. Bir sigara yaktı, derin derin içine çekti. Özlemişti sigarayı. Üst üste öldürücü nefesler aldı sigaradan.

Geri döndü eve.

Romanına odaklanmalıydı. Buzdolabını temizlemeli, evi süpürmeli, kediyi beslemeli, kirlileri makineye atmalıydı.

Yağmur dinmişti.

Pencerenin önüne geldi. Perdeyi aralayıp, dışarıya bakmaya başladı.


Dışarıda, buğudan kaçan gün ışığı, kendini geceye sunmuştu.






Ali Tanyıldız

02 Kasım 2020 3-4 dakika 8 öyküsü var.
Beğenenler (6)
Yorumlar (2)
  • 3 yıl önce

    Gidenin ardından kalan can kırıkları hüzünlü ama güzeldi Kutlarım Ali bey

  • 3 yıl önce

    Roman bitmeli ...