Şık Giyimli Kadın
Kapıyı kilitledi ve indi merdivenlerden. Hava parçalı bulutluydu. Serin sayılırdı. Yürüdü. Kuşların cıvıltısını, yanından geçen taşıtları duymuyordu. Bir şeyler düşünüyordu, bir şeyler.
Adımları sert ve kararlıydı. Sağına soluna bakmaksızın, dimdik sırtı ve boynuyla yürüdü. Yürüdükten bir süre sonra, içgüdüsel olarak, ansızın durdu. Kendisini kaldırımın ağzında buldu. Hem sağından hem de solundan gelen taşıtlar durmuş, onun karşıya geçmesini bekliyordu. Bir kitabın içine dalar gibi dalgın yürüdüğü için mahcup oldu. Kendini affettirmek ister gibi gülümsedi. Çarçabuk yürürken eliyle teşekkür etti sürücülere. Halbuki sürücüleri görmek için her hangi bir özen de göstermemişti.
Tren istasyonuna vardı az sonra. Oradaki hareketlilik ve insan kalabalığı onun da bir yerlere yetişmek için hızlı davranması gerektiği hissini verdi; oysa, kayda değer hiçbir amacı yoktu. Evden çıkma eylemi ve bir yere gitme isteğinin temelinde somut bir amaç gerçekten yoktu. Bu ona çok tuhaf geliyordu aslında. Bir kez de böyle yapmalı, tecrübe edinmeli, dedi; kendi kendine avuturcasına.
Sperlerden problemsiz geçti, çünkü kartının bir aylık kullanma süresi henüz bitmemişti. Ne yaptığını iyi bilen bir edayla perona indi. Trenin gelmesine henüz 4 dakika vardı. Bu ikindi vakti, kendisi gibi bekleyen yolcuları tek tek gözden geçirdi. Hiçbiri tanıdık değildi. Bu iyiydi! Zira tanıdık biri çıksa karşısına, selamlaşmak, gülümsemek zorunda kalacaktı. Oysa kimseyle konuşacak mecali yoktu. Yapmacık ve yüzeysel konuşmalar ona göre değildi, hele hele şimdi.
Etrafındakileri, başını ağır ağır çevirerek süzdükten sonra, fark etti ki, onların hepsi bir uğraşı içerisinde. Çoğu ellerindeki telefonlarla meşguldu. Dikizleniyor olmaları, farkında olmadıklarından, pek rahatsız etmiyordu onları.
Fakat az ilerde genç bir kadın, elindeki telefonla yandan, önden selfie çekip duruyordu. O dikkatini çekti. Her seferinde de boynunu hafif yana eğiyor, sarı saçlarını yana atıyordu. Çarçabuk kontrolden geçirip tekrar aynı işleme devam ediyordu. Ona, kadının yüzü değil, hareketleri enteresan geliyordu. Yoruldu. Zaten beklediği tren de perona yaklaşmıştı.
Bindi. Son vagona kadar yürüdü. Cam kenarında boş bir yer bulup oturdu. Pencereden dışarıya baktı. Yemyeşil ağaçların arasında beliren evlerin çatılarını, yol boyunca bisiklet sürücülerini, yeni yeni inşaatları ve geçen taşıtları izledi. Kararlıydı; yol boyunca, diğer yolcular gibi telefonla oyalanmayacak, sadece bu yolculuktan zevk alacak ve düşünecekti. Pencereden dışarıya bakmayı, incelemeyi çok seviyordu nasılsa. İkinci istasyonda bir çift bindi ve gelip onun karşısındaki boş iki koltuğa oturdu. İster istemez baktı onlara. Ellili yaşlarda ve şık giyimliydi ikisi. Bir süre gözünü alamadı adamın elindeki buketten. Belliydi, bir kutlamaya ya da birini ziyarete gidiyorlardı. Ama nedense, adam elindeki bukete rağmen fazlasıyla somurtuk görünüyordu.
O, onları camdaki yansımadan görmeye devam etti. Kadın adama doğru başını hafif eğerek “keyifli bir akşam olacak, değil mi?” dedi. Önüne bakan adam istifini bozmadı. ”Hm!” diye bir ses çıkarmakla yetindi. Kadın stresli gibiydi. Habire sağını solunu düzeltiyor, inceliyor ve derin iç çekiyordu. Buna rağmen, adam ondan yana hiç dönmüyordu. O, “ne tuhaf bir ilişki” dedi içinden. Birkaç istasyon daha geride kalırken, merkezden önceki istasyonun peronuna yaklaşmıştı tren. Adam yerinden kalktı birdenbire. Buketi kadının dizlerinin üstüne bıraktı hoyratça ve “sana iyi eğlenceler!” dedi. Çarçabuk açılan kapıdan dışarıya fırladı. Kadın ancak “ama Gustav, yaptığın hiç hoş değil!” diyebildi. Oysa adam onu duymadı bile.
O, “hayret! Böylesini de hiç görmedim hayatımda!” dedi içinden. Kadın, bir şey söylemek ister gibi O’na baktı bir an ve yüzündeki şaşkınlığı da anlamış olmalıydı. Acınacak bir durumdaydı kadın. Dizlerinin üstündeki buketi sıkı sıkı tutuyordu. O, kadına bakmamaya çalıştı. Kadın utanç duymuş olmalı ki, solgun yüzü domates gibi kızardı. O yüzünü pencereden yana çevirdi yine. "Ah umarım ağlamaz şimdi!" dedi içinden.
Kadın homurdandı birkaç kez. Sinirlerine hakim olmaya çalıştığı belliydi. Kendi kendiyle hesaplaşır gibiydi. Kıpırtıları yoğunlaştı. O, bu gördüklerinden huzursuzluk duydu, fakat buna rağmen bakmamaya çalıştı. Sadece bu şık kadının sıkıntısına ortak olmak ister gibi, içini çekti. İçinden bir şeyler söylemek geliyordu, ama “neme lazım” dedi ve susmayı tercih etti.
Kıpırdayıp duran kadın ansızın “İdiot! İdiot! Anlamış olmalıydım bir bok olmadığını!” dedi, sesini dişlerinin arasında boğarak. O, ürperdi. “Sempati mi duysam, yoksa, hiç bulaşmasam mı”, diye geçirirken içinden, merkeze varmıştı tren. Son kez kadına bir göz attı ve indi trenden.
Peki o şık kadına ne oldu? Her şeyden önce, yanındaki neden terk etti onu?
Merkezin kalabalığına karıştı O. Tam olarak isteğinin bu olup olmadığından emin olmamakla birlikte, topluluğun bir parçası olmak şu an ona iyi gelmişti; çünkü dışarıdan bakıldığında, sorunsuz gibi hareket ediyordu bütün bu insanlar. O, şehrin kalabalığındaki herkes gibi, anonim biri oluvermişti.
Ama yine de tuhaf bir huzursuzluk içindeydi; çünkü aklı, şık giyimli kadında kaldı...
H. Korkmaz 22/6 -24 Sthlm
Son cümle, ikincisini sabırsızlıkla beklediğimiz filmler gibi bizi öykünün bir sonraki bölümüne yönlendiriyor, yine sabırsız bir istemle. Çok güzel ve sürükleyici bir öyküydü sevgili Heidi. Hüzünlü ama çok bizdendi yazdıkların. Gerçekçiliği ağır basan bir tren ve istasyon yazısı, tıpkı hayat gibi. Sevgiler, selamlar tren ağlarının yüreğimizi ördüğü Sivas' tan. Ayrıca kaliteli yazılarından dolayı tebrik ediyorum. 👏🏻✍🏻 Devamını ısrarla bekliyoruz 🥰
Hocam ; Değer katıyorsun kaleminle
Sevgiyle kal 🌺
ve insan, her şeyin boşluğunda bile direnir. karanlık, içimizi doldurduğunda, o cılız ses hâlâ oradadır. o ses, umudun en saf hali; her şeyin yok oluşunda bile ışıldayan bir yıldız. belki de insanı insan yapan şey budur: karanlıkta bile yanabilen bir ışık. gelecek hep gelecek, ölüm de onunla birlikte. ama mesele ölümü beklemek değil, onunla dans etmeyi öğrenmektir. hayatın en büyük sırrı burada saklıdır: boşluk, varlığın en saf halidir.
o halde insan, avuçlarındaki hiçbir şeyi tutmaya çalışmamalı. çünkü ellerinizden kayan şey, yalnızca hayatın akışı değil; aynı zamanda hayatın ta kendisidir. ve bu akışta, her şey kaybolurken bile, insan kendi ışığını yaratabilir. hayat, aslında avuçlarımıza sığmayacak kadar büyük bir rüya. ama belki de asıl mesele rüyayı tutmak değil, rüyanın içinde kaybolmayı öğrenmek. çünkü en büyük özgürlük, kaybolmanın içinde bulunur.
tebrikler