Sorgu

Sorgu

Elini kalça ve diz arasındaki bacak bölgesinde birkaç kez gezdirirken biraz fazla bastırmıştı emin olmak için. Elini yukarı kaydırdığında eteğinin sıyrıldığını çok sonra farketti kadın. Karşısında duran sonuçta bir erkekti her ne kadar oğluyla yakın yaşta da olsa.

Durumdan kurtulmayı görev bilmenin yükümlülüğü ile söze girdi genç adam.

“ Mehmet biraz gecikecek galiba,”dedi usulca. Oysa kadın eteğini biraz daha aşağıya indirmenin telaşındaydı duymadı bile genç adamı. Hem duysa ne fark edecekti ki uzun süredir hastaydı, bilinci bir geliyor bir yavaşlıyordu çoğu zaman nerede olduğunu bile hatırlamıyordu. Demans hastasıydı uzun süredir, ama kimselere söylenmiyordu bu durum. Çünkü bu onlar için çok önemli bir aile “sır”rıydı.

 Karşısındaki genç adam bunu biliyordu, aileden sayılmıştı uzun süredir, bu yüzden bilmesi gerekenlerin içinde yer alıyordu.

Ama yine de durumu kurtarmakiçin, bocalayan zihnini bir yerlere koyma adına öylesine laf olsun diye konuşmuştu. Kendi kendini suçlamanın duygusuna kapıldı. Kadının masanın üzerine büyük bir beğeniyle, özenle koyduğu ihracat fazlası ya da kasa artıklarıymış gibi duran minikliğinden utanmış yüzünün bir kısmı alaya çalmış, yamuk yumuk elmalara baktı.

Özen ve küçümseme nesnede farklı algılar oluşturmanın öznel farklılığını anlatıyordu bir anda.

Aman canım ben de ne anlamlar yükledim, alelade bir elma işte deyip bu düşüncelerinden sıyrılmak istedi.

Tahta masanın üzerine beyaz ve pembe yoğunluklu çiçeklerin bezeli olduğu incecik muşamba örtü seriliydi. Masanın kenarına yakın bir yerde küçük bir yırtık vardı, muşambanın yapıştırıldığı ince bezin iplikçikleri fırlamış, meraklı bakışlarla çevresini gözlüyor, bulunduğu ortamı anlamaya çalışıyor gibiydi ara sıra esen rüzgarda küçük savrulmaları zihninde canlılık belirtisi gösteren nesne gibi duruyordu.

Hemen altındaki tahta masayla yaşdaş olduğundan emin olduğu, zamanla özgürlüğüne doğru çıkış yapamaya kalkışan, baş kaldırdığında başına balyozumsu çekiçle onlarca kez vurulmuşluğunun izlerini taşıyan kalın ama kısa kadananın, zamanın sanatsallaştırdığı paslı başındaki baklava dilimli izlerinin bunca çekilmişliklere, ezilmişliklere rağmen kaybolmayışını hayretle izledi. Yeni eski eskimişti, eski ise hala yenilerin yok edildiğini görecek, ders verecek kadar dirençli ve isyankardı.

Elmalar melamin tabağa konulmuştu, kullanılmaktan kenarlarındaki küçük çıtlamaların oluşturduğu hasarlarını gördü çizik çizik. Bakışlarının yoğunlaştığını mı görmüştü yoksa zihnine yerleşmiş derin alışkanlıklarının istem dışı ortaya koyuş biçimi miydi... Kadın başını kaldırmadan.

“Ye çocuğum, dedi. Bunlar bizim oraların elması bilirsin, küçükleri pek tatlı olur, yemeye kendimize ayırırdık hep, hem de ilaçsız bunlar.”

Tutulması gereken, sorgulanamaz bir zorunluluk ifadesiymiş gibi gelen sözlere bir emirmişçesine uydu bilinçsizce, belki de zaman kazanmak adına yapmıştı bunu, elini elmalardan en küçüğüne attı. Kadın tekrar sesini yükseltti.

“Onu bırak yanındakini al.”

Oğlu askerden arkadaşıydı, birlikte görev yapmışlardı. Sıkıntılı günler yaşamışlardı pek hoş değildi birlikte yaşadıkları askerlik anıları. Bu yüzden aynı şehirde olmalarına rağmen uzun süre görüşmemişlerdi terhis edilince.

Bir basketbol maçında yeniden karşılaşıncaya kadar uzak durmuşlardı birbirinden. Basketbol sevgisi onları tribünde tekrar buluşturmuş ve bir daha asla ayrılmamışlardı birbirlerinden, on beş yıla yaklaşmıştı dostlukları. Aile sırlarına sırdaş olmuştu, aileden sayılmanın gereğiyle.

Elmadan küçük bir ısırış yaparken bir kez daha kadına baktı …ilkokulu zar zor bitirdiğinden bahsederdi. Biri daha kız dört kardeştiler büyükleri onkoloji profesörüydü. Kendinden bir küçük kız kardeşiydi o da çocuk cerrahıydı, en küçükleri şehrin kalburüstü bir avukatlarındandı. Yeğenleri ya avukat ya da doktordu kendi kızı da doktordu ama oğlu yani arkadaşı bu kuralı bozmuştu, yaşamlarındaki alışılmış sıradanlığın, üzücü uyumsuzluğun duygusal çöküntüsünü, hep içlerinde yaşamışlardı mutsuzluk duygularıyla.

Elektrik mühendisiydi… kendisini her zaman bir sırrın açığa vurulduğu, çevreye dökülen yenik yeri gibi hissederdi arkadaşı da. Aile sırlarının içine bir kurtçuk girmiş ve en zayıf yer olarak kendisini seçmişti. Masadaki çürük elma kendiydi…

Zaman zaman aile içinde de gizlenen başka sırların olduğunu da keşfetmişti. Kadın, ilkokul terk olmasına rağmen en zor matematik problemlerini çok rahat çözebiliyordu, televizyondan Arapça, Rusça dahil sayısız dil öğrenmişti ama tüm bunlar da aralarında bir sır idi. Sadece iki kişi biliyordu… şu an karşılıklı oturan.

Öyle gibi dursa da, kaybedilen yaşam öznenin kendisine has değildi. Aile, toplum ve insanlığa kadar açılan geniş yelpazede kaybolmuş bir yaşamın etkisiz izlerini taşıyordu farkında olmadan.

Beş yıl önce kendi annesini kaybetmişti genç adam, o yıl hacca göndermişti. Dünya nimetlerinin ötesinde, sonsuzluk yaşamın vaat edildiği cennetten pay kapmanın kaygısıyla yemin verdirmişti kadın. Annesinin hac giysisini bizzat kendi eliyle hazırlamak istiyordu. Aslında bu bir istekten öte bir fırsat kaçırmanın kaygısına dayalı yalvarma, yakarmaydı.

Anlam verememişti o zaman neden bu kadar direttiğini. Sonra anladı, kutsal şehre bir ziyaret, bir görme duygusu, kendisinden bir parçanın kutsallığa yüz sürmesini, manen orada olma ve Tanrı’ya yakın olmayı çok istiyordu.

İşlediği “büyük günah”ın bedelini ancak böyle ödeyebilirim, diye düşünmüş olmalıydı.

Bu da bir sır olarak kaldı aralarında hem de aileden ayrı sır… Oysa genç adamın bilmediği bir sır vardı bu hac olayında. Annesini, son kez doktora rapor almak için karşısında duran kadın götürmüştü.

“imkansız… gitse bile dönemez bu haliyle”.

Oysa dönmüştü hacdan annesi lakin iki ay yaşadı geldikten sonra ve bu sırla toprağa, belki de huzura kavuştu bedeni. Sonradan öğrendi bu sırrı yanında giden refakatçı kadından.

Pek fazla konuşmaz olmuştu yaşlı kadın, altmış üçünden sonra herkes hastalığın başlangıcına yorumladı ama O ve kendisi biliyordu ki artık günah işlemek istemiyordu yaşamda.

Yine böyle bir bahçe evi sohbetinde ağzından kaçırmış gibi yaptı oysa bilinçlice aktarmak istemişti mesajını. “Yaşamak günah işlemektir.”diye düşünüyordu yaşlı kadın, düşünmüyor… inanıyordu. Kendisine en kısa yoldan buna nasıl ulaşabileceği konusunda tek yardım edebilecek kişi olarak kendisini görmüştü kadın. Ve bu başka bir sırdı ikisinin arasında, yükü fazlalaşıyordu, kadın da bunu hissediyordu.

Ve kocası geldi, kucağında iki üç bağ kadar yıkanmış ıspanakla, büyük bir tepsiyi dizlerinin üzerine oturttu adam, ayıklamanın son hazırlıklarını yapıyordu. O da fazla konuşmazdı aslında bu ailenin tümünde vardı bu özellik, fazla lakırdı israf, israfta haram olarak görülürdü, bu etkiliydi sohbet edilmemesinde, herkes suskunca yaşam sürüyorlardı kendi ruhsal gettolarında, yaşamı öyle içselleştiriyorlardı belki de. Aile ortamında sessizlik içinde saygıyla yerine getirilen görevler, yaşamın en temel unsuruydu onlar için.

Bir sigara uzattı genç adam Tahsin amcaya, her zaman böyle yapardı. Elleri ilk ıspanağa yeni uzanmıştı hafifçe başını kaldırdı, yüzünü bulanık bir gülümseme kaplamıştı. Aslında bir soru hazırlamamıştı içinde, sessizliği bozan ritmik bir dokunuştu sadece, bunu bilmenin verdiği mutlulukla söylendi.

“İçelim mi diyorsun bir tane.” Karşılığına tepki olarak karısının hafif bir homurtusu duyuldu, ikisi de aldırış etmedi bu duruma. Tepkiler sık etkilerle tekrarlandığında pek bir önemi kalmıyordu, sadece bir sesten öte.

“ İçelim Tahsin amca, tellendirelim şu güzelim bahçede, anın keyfini çıkartalım.”

“Katıklı var akşama,” dedi kadın. Oysa biliyorlardı hepsi, bu kadar ıspanak katıklı için temizlenirdi her zaman.

“Hamur yoğruldu mu diye rutin bir soru daha sordu genç adam, çünkü bu da sorulmalıydı yoksa haksızlık olurdu bu yaşanan atmosfere, ritüele dönüşmüş merasimsel sohbetin olması gereken parçasıydı. Alışkanlık hatta bıkkınlık dahi verse olması gerekenler olmalıydı, yoksa eksik kalırdı bir şeyler yaşamlarında.

Birazdan kadın yapılamamış olanı, ayıplama ve hayıflanma tepkisi olan sözleri söyleyecekti.

“ Hıyk!”dedi refleksi olarak derince nefes alırken. “Bu zamana kadar hamur mu kalır.” Bahçedeki kurulmuş kara sac ocağının yanında üzeri şilteli oturağı gösterdi.

“ Bak amcanın yeri bile hazır.” Katıklıyı hazırlama teyzenin, pişirme amcanın işi idi her zamanki gibi.

Tahsin amcaya baktı pek mutlu görünüyordu, sigaradan derince bir nefes çekip sacayağı üzerinde duran kara saca baktı, birazdan başına geçecek evirgeçle büyük bir keyifle katıklıları çevirecekti.

Karısının “ Bak yav!... yakma, diyom hala yakıyosun katıklıyı” serzenişini birkaç kez duyacaktı. Bunun için bekliyordu belki de saatlerce, onca eziyete katlanmaya değer görüyordu. Muhatap alınışın karısı tarafından “kabul görüş”ün en yoğun kısmını yaşamanın hazzını hiç kaçırmak istemiyordu.

Genç adamla Tahsin amca arasındaki sır da buydu yıllarca, evirgecin kararmış yüzeyi gibi bir katıklıyı yakardı. Göz göze geldiklerinde suskun ama mutlulukla birbirlerine bakardı genç adamla. Ve közlediği dal parçasıyla ikinci sigarayı uzatır.

“ Bu gün de böyle olsun Tahsin amca, yak bakalım ikinciyi.” Normalde asla sigara kullanmazdı Tahsin amca.

Tahsin amca, karısıyla aynı köydendi, bir kamu işletmesinde işçi olarak çalışmış ve emekli olmuştu yıllar önce. Hanımın bir dediğini iki etmezdi. Lakin aileye hakim olan suskunluğun yanı sıra hanımındaki zekanın ağırlığı altında eziliyordu, bu da bir kat daha fazla suskunlaştırıyordu onu, yaşamla konuşmak istemiyordu aslında suskun değil küskündü.

Kadın elindeki soğanı doğramak için daha bi yaklaştırmıştı gözüne kalın gözlüklerinin arkasındaki ışıl ışıl zeka kokan gözlerin, feri sönmeye başladığını fark etti genç adam. Bir anda bıçağı masaya bıraktı kadın sağ elini istemsizce sol omzunun arkasına attı, tatlı tatlı kaşınırken yüzündeki gülümseme tüm bedenine yayılıyordu adeta.

Bir müjdeyi yaşar gibi mutluluk duyuyordu bundan.

“Babam beni okutmadı kardeşlerime bakayım, ev işlerini yapayım, diye. Hepsini okuttu kız kardeşimi bile yatılı mektebe gönderdi” Her zaman bunu hayretle söylerdi. “Kolay mıydı bu el oba ne derdi” taşradan bir kız çocuğu yatılı olarak okumaya gidecek. Annesizliğin acısına bir de o kadar yük yüklemişti yaşam. Sitemi kızgınlığa dönüşecekken vazgeçti her zamanki gibi.

“Olsun, dedi bizi üvey anaya ezdirmemek için evlenmedi.” Mesneviden kendine göre değiştirdiği, uyarladığı örnek olaylarla süslerdi yaşamdaki eksikliklerini. Çaktırmadan içine birazda “Kant” katardı kurnazca. İsim vermeden Leibnitz’den örnekler sunardı ve onun düşünce hırsızlığından dem vururdu. Anadolu’nun saf ağzıyla… 

Göz göze geldiklerinde gülümserlerdi birbirlerine, bir defasında kutsal bir kitapmış gibi sırlanmış kılıfın içinde Kant felsefesini okuduğuna tanıklık etmişti genç adam istemeden. Bu da bir “sır”dı. Kocasını hiçbir zaman aşağılamadı. Onun birlikte yaşamanın, yaşamın tölere edilebilecek firelerinden biri olarak görüyordu. Tıp ve hukuk bilgisi de neredeyse bir uzman seviyesindeydi.

Birkaç kez teşhis koymuştu kendisine de, tıpa tıp uymuştu “tıp”a. İşte o zamanlar inanmaya başlamıştı genç adam, bu ailenin genlerinde doktorluk ve avukatlık vardı, potansiyel zeka pasif olsa da, adları zamana göre değişse de.

Nihayet arkadaşı Mehmet gelmişti kısa bir selamlaşmanın ardından sessizlikteki yerini almıştı. Çok geçmeden kardeşler ve yeğenlerin bir kısmı da bahçe evindeydi, kalabalıklaştıkça sessizlik daha fazla çöküyordu ortama. Batmaya yakın güneşin ala karalı bulutlara dalıp çıkması atmosferi biraz daha hüzünlendiriyordu.

Sessizliğin egemenliği ne çok şey gizliyordu, dile getirilmese de. O büyük sorguları da…

Herkes ne yapması gerektiğini biliyormuşçasına hareket ediyordu. Onca doktor ve avukatın ortasında bir an yapayalnız hisseti kendisini genç adam, güdülere dayalı yaşam tarzı gibi hareket ediliyordu, otomatiğe bağlanmış gibiydi yaşam. Sinerji vardı ama ruh yoktu.

Bunalmıştı sırdaşlarına baktı…

Çoğu kez kendini de sorgulamıştı genç adam böyle bir yaşamın neresindeyim ben. Kendi yerini merak ediyordu. Arkadaşına baktı, yağları akan katıklıdan kocaman bir ısırık alıyordu, göz göze geldiler.

“ Hadi ne bekliyorsun! Sen de yumul” gibi göz işaretiyle karşılık verdi arkadaşı.

Gözleri kadının ellerine kaydı yine bacaklarındaydı, epeyce açılmıştı bu sefer ama kadın onun bakışlarını fark edene kadar orada yoktu sanki kendi atmosferindeki huzura çekilmişti.

Fark ettiğinde bu sefer telaşlanmadı, aksine sakileşti huzura ermişliğini bozmak istemiyordu… usulca örttü bacağını bir sırrı daha paylaşmanın rahatlığına kavuştu kadın, huzura kavuşmanın haklı müjdesini almış gibi gülümsedi, genç adama her şey yolunda der gibi bakarak.

Genç adam sıra sıra topaklaşmış yumruları gördüğünde bir sır daha binmişti omuzlarına, epeydir diğer hastalıklarının ilaçlarını içmediğini de biliyordu, duyguları onu sandalyeden masanın altına doğru çekiyordu, terlemişti.

Son öğrendiği bu sırrın yükü artık çok fazlaydı… Arkadaşına nasıl söyleyecekti annesinin ölmek istediğini.

Ve söyleyemedi…bir telefon geldi bir gece yarısı arayan arkadaşıydı.

“Alo…” Karşıdakinin konuşmakta tereddüt değil güçlük çektiğini hissediyordu.

“Ben Mehmet…”

“…”

“İhtiyacım var sana gelir misin?” i zor söyleyebilmişti.

“Tamam geliyorum.” Geniş salon penceresini kapatan tül perdeye sokak lambasının ışığı vuruyordu. Tül perdenin motiflerini her zaman başka başka şeylere benzetirdi. Bu her zamanlık, farklı farklı öyküler anlatırdı kendisine. Bu kez bir Truva atı gördü. Perdenin alt kısmını süsleyen kanaviçeye işlenmiş motiflerle bütünlük oluşturuyordu. Troyalılar ya da Hititler ölü taşıma merasimindeydiler. Üzerlerinde ölü Truva atını taşıyorlardı. Öndekiler ağlayıcı kadınlara ne çok benziyorlar diye düşünürken yarım açılmış pencere kanadından hafif serinlik odaya doluşurken tül perde sallanmaya başlanınca motiflerin canlandığını zannetti ürkerek. Sonra annesi gördü kalabalığın en ön safında. Üzerinde yaşlı kadının hazırladığı hac giysisi duruyordu. Onunla karşılaşmıştı ahretcağızını…

“Teyze ölmüştü”.

(kısaltılmıştır)

30 Haziran 2023 13-14 dakika 18 öyküsü var.
Beğenenler (2)
Yorumlar