Söz Uçar Röportaj Kalır


Ayın ilk cumasıydı. Takvime göre sıradan bir gün.
Ama ben takvimlere değil, içime sinen uğursuzluklara inanırım.
Sabah kahvemi içerken bile "Bugün hangi saçmalıklar zinciri içinde bulacağım kendimi" diye düşündüm.

Ben, kırkına yaklaşan ama hala otuzlarında rol yapmaya çalışan bir edebiyat dergisi yazarıyım aynı zamanda.
Dergideki köşemin adı: “Sözün Anatomisi”
Edebiyatın çok kenarlı köşelerinde sıkışmış, ya çok susmuş ya da gereğinden fazla konuşmuş insanlarla röportaj yapıp, onların tuhaf hikayelerini kaleme alıyorum bir yandan.
Son zamanlarda herkes kendi hayatını, edebi bir felaket gibi anlatmanın peşinde.
Sanki trajedi anlatılınca daha bir entelektüel oluyorsun!
Ben de "Yalnızlıkla flört ettim" diyen birini dinlerken gözlerimi kaçırıyorum bu yüzden.

Çünkü gerçek yalnızlıkla yatıp kalkmış biri, bunu edebiyat süsüyle anlatmaz ya, neyse.

O gün kendime biçtiğim görev, altı ay ortadan kaybolduktan sonra bir anda kasabada ortaya çıkan ve "Ben aslında hiç gitmemiştim" diyen, eski bir yazar Münir Kalaycı ile röportaj yapmaktı.
Kendisinin yazarlık kariyeri, bir zamanlar "kelime terzisi" olarak tanınacak kadar yüksekti.
Şimdilerde pek tanındığını söyleyemem. Fakat benim için enteresan bir kişilikti. Birbirinden bağımsız cümleleri öyle güzel örgütlüyordu ki, yazısının sonuna geldiğinizde kelimelerin ayaklanıp bir eyleme gittiğini ve orada sizi sonuna kadar savunduğunu duyabilirdiniz. Öyle gürültülü yazılar yazdı bir dönem. Bu yüzden birkaç yıl düşünce suçundan cezaevlerinde yatmışlığı da vardır. Ama o konulara pek girmek istemiyorum.

Röportaj talebime de tuhaf bir yanıt vermişti zaten.
“Gel. Ama saatini çıkarıp gel. Çünkü burada zaman senin bildiğin nehirlerdeki sular gibi, yokuş aşağı salmıyor kendini.”

Otobüsle kasabaya vardığımda saat tam 14:03’tü. Evet, hala saate bakıyordum.
“Zaman yok” demek kolay da...

Münir’in evi kasabanın sonundaki küçük bir tepedeydi.
Kapıyı çaldım.
Açan olmadı.
Ama içeriden bir ses geldi:

— “Saatin kaç?”

— “Bilmiyorum” dedim.

— “Harika” dedi. “O zaman sohbet edebiliriz.”

Kapıyı açtığında karşımda yıllarca yazdığı kelimelerin altına sığınmış bir adam duruyordu.

Bana karşısındaki sandalyeyi gösterdi. Oturmamı bekliyordu. Fakat sandalyenin üç ayağı vardı. Sanırım dengesiz bir insan olduğumu düşündü ilk bakışta.

Bir süre sessizlik oldu. Sanki çaydanlığın altı açık kalmış da, kelimeler birazdan fokurdayacak gibi. Zor olacak bu iş besbelli.

Derken duvardaki eski saate gözüm takıldı. Yelkovan, sarkacın inadına geri geri yürüyordu. Zamanı geri almak mıydı mesele? Yoksa zamanın ileri gitmemesini istemek mi?

Münir birden, "Sen hiç kendini aptal gibi hissettin mi?" diye sordu.
Ben, "Sürekli" dedim.
"Ben bir keresinde hissettim" dedi.

Bana eski bir roman karakterini anlattı.

Kendini büyük bir dava uğruna feda ettiğini sanan ama aslında kimse için hiçbir şey ifade etmeyen bir adamın hikayesini.
Bir gün kendisine, “Senin için önemli olan ne?” diye sorulmuş.
Cevabı şu olmuş: “Benim için önemli olan, önemli bir şeyin parçası olduğumu sanmaktı.”

İşte o gün, Münir o karakteri yazdıktan sonra yazmaya uzun süre ara vermiş.

“Çünkü artık yazacak kimse kalmamıştı içimde” dedi.
“Bazen kelimeler seni tüketir. Sonra sen de onları tüketirsin. İkiniz de doyduysanız, aynı sofrada olmamızın bir manası yoktur artık”


Ben hala deftere tek kelime bile yazmamıştım.
Bir demlik çayı bitirecek kadar yeterli bir süre sohbet etmiştik oysa.
Münir içeri gitti ve küçük bir kutuyla geri döndü.

“Bunu şehirde aç. Ama tam gece 03:01’de. Ve yalnız ol.” diyerek gülümsedi.
“Yalnızsan, zaten yazarsındır.”

Neden onu dinledim bilmiyorum ama eve döndüğümde, tam dediği saatte bana verdiği kutuyu alıp masanın üzerine koydum.
Sonra düşündüm: bir yazar gerçekten ne zaman yalnızdır?
Yazarken mi?
Yazamadığında mı?
Yoksa herkes onun yazdığını okurken mi?

Kutuyu 03:01’de açtım.
İçinden kırık bir ayna çıktı.
Bir de not vardı içinde:
“Bu, sadece senin hikayeni yansıtmaz. Aynı zamanda başkalarının seni nasıl gördüğünü de anlatır.

Ve o görüntü… çoğu zaman senin sandığın kadar şairane değildir.”


Kendimi uzun zaman sonra kelimelerden arınmış bir halde gördüm o aynada.
Yalın.
Yalnız.
Ve belki biraz... sahici.

Kutudan çıkan aynayı bir süre daha elimde tuttum. Kırık kenarlarından biri parmağımı hafifçe çizdi ama canım acımadı. Sanki o an için vücut, başka bir acının arka planında boy veriyordu kendi cüceliğine.

Aynaya baktım. Gördüğüm ben miydim? Bir tanıdıklık değil bu. Bu daha çok samimiyetsizlik. Sanki başkasının rüyasına girmişim de, uyanmak için onun uyanmasını bekliyormuşum gibi.

Sabah olmadı o gece. Saat durdu. Diğer taraftan dergi baskıya girmeden önce yazıyı yetiştirmeliydim. Önümde, Münir Kalaycı'nın çeşitli zaman dilimlerinde yazdığı ve benim ilginç bulup not aldığım birkaç satır duruyordu;

“Kelimelerimi gömdüğüm yerden bir el çıkıyor. Ya ben yeniden yazacağım, ya da onlar beni bu hikayenin içine gömecek.”

Her sayfa, sanki başka birinin elinden çıkmış gibiydi. Bazı sayfalar eksikti. Bazılarındaysa mürekkep, kelimelerin üzerine sinmiş gibiydi. Başka bir tanesinde de şöyle yazıyordu:

“İnsanı en çok çıldırtan şey, deliliğin eşiğinde yalnız kalmak değildir. Yanında biri varken hala yalnız hissetmektir.

Ben tamamlanmayı bekleyen, eksik bir hikayeyim. Bu, bana yüklenmiş bir yalnızlık değil; bana biçilmiş bir yalnızlık.”

Hayatın, bir anda nasıl değiştiğini düşünüyorduk.

Korkudan doğmuş yalanlara karşı, gerçeğin ayazında yürüyen çıplak ayaklı yazarlardık ikimizde.

İçimde tuhaf bir dinginlik vardı. Belki de Münir haklıydı. Yazmak, yalnızlığın değil, evrenle baş başa kalmanın bir başka biçimiydi.

Cümleler, bu dünyanın içinden sıyrılarak başka bir zaman dilimine açılan geçitlerdi. Tıpkı rüyada görülen ama sabah hatırlanamayan isimler ya da olaylar gibi. Bildiğini sandığın ama hiç var olmayan, var olsa da hiç yaşanmamış bir hikayenin öncesini anlatan tuhaf bir histi bu.

Zamanın doğrusal akmadığı, anların üst üste yığıldığı bir yerdeyiz. Burada geçmiş, gelecek ve şimdi; yalnızca sıralı taşlar gibi dizilivermiştir. Her an, bir diğerinin içinde saklıdır. Elbette, kimsenin yürüdüğü yol, bir başkasınınkinden bağımsız değildir. Aslında yazdığım hiçbir hikaye, bir zaman yolcusunun hikayesini anlatmaz. Kendisiyle yüzleşmeye cesaret edemeyen kişilerin hikayesini, kendiliğinden anlatır zaman. 

27 Mayıs 2025 6-7 dakika 3 öyküsü var.
Beğenenler (3)
Yorumlar (2)
  • 6 gün önce

    "Yazmak, yalnızlığın değil, evrenle baş başa kalmanın bir başka biçimiydi." Bu cümle, öykünün can damarıydı sanki...

    Evet, yazarlar, şairler hatta ressamlar, heykeltraşlar; yalnızlıklarından sıyrılmak ve evrenin bir parçası olmak; hatta onun içinde var oluşunu kanıksamak ve kanıksatmak dürtüsüyle snatlarına dört elle sarılırlar. Dışardaki dünya bu nedenle, pek entersan değildir onlar için. Bu olgu, onların en suskun, en çekilmez oldukları anlar da dahi böyledir. Yani, suskuyu, asosyalliği tercih ettiklerinde dahi, evrenle, zamanla, dün ile, bugünün dayanılmaz kaotik yapısıyla diyalogdalar, röportajdalar sürekli...

    Harikulade betimlerle, metaforlarla inşa edilmiş öykünüzü çok beğendim.

    Teşekkür ederim, sayın Damar.

    Çok saygımla.

  • Çok akıcı, gerçekçi, yazarların iç dünyasını da içine alan bir yazıydı. Kelimeleri tüketmek değil de türetmek olmalı yazarın işi, yazıyı okuyunca anımsattı.

    Çünkü gerçek yalnızlıkla yatıp kalkmış biri, bunu edebiyat süsüyle anlatmaz ya, neyse.

    Olsaydı adı "Kokoş bir yalnızlık" olurdu herhalde sevgili Mehmet. :) Çok güzel kurgulanmıştı ve okuyucuyu yalnızlıklar hususunda sorgulatan türdendi.

    Günde kalmayı fazlasıyla hak etmiş yazını ve seni tebrik ediyorum.