Urgan

Urgan

Sokağa açılan, hemen hemen tüm kapıların önünde fistanlı bir kadın. Ve yama vakti gelmedikçe, biraz daha solgunlaşan, biraz daha yıpranan hep aynı giysiler içerisindeki bir ya da birkaç çocuktan oluşan bekleyişin bakışları sokağın hep aynı yönünü gözlüyordu. Birazdan dar, hafif kavisli, pencere korkulukları dövme demirden yapılmış, tek katlı eski taş evleri, küçüklü büyüklü mahrem sağlayan, yoksulluk gizleyen yine taşlarla yüksekçe örülü duvarlı bahçelerin çevrelediği sokağın, taş döşeli zemininde küçük bir sığır sürüsünün çıkaracağı seslere böğürmeler de eşlik edecekti. Ezberlenmiş adreslerin kapılarından hiç tereddütsüz içeri giren kara ineklere zaman zaman buzağılar da eşlik ederdi.

Baharın başlamasıyla birlikte gelen günlük, rutin yaşanan bu tablodan hemen evvel, kapı önü sohbetlerinin koyuluğundaki kıvam, yaşamlarındaki en insani en muhteşem anları oluşturuyordu.

Böğürmelerin ve taş zeminde çıkan ayak seslerinin seslerin yoğunlaşmasıyla ilk sığır görünmüştü. Kadınlar, çocuklarını tehlikeden uzak tutmanın telaşına düştüler bir anda. Çünkü en önde gelen öfkeli genç bir dana idi. Çobanın bile lafını sözünü dinlememekte ısrar eden dana, yine burnundan soluyarak çıkardığı homurtularla birlikte çevresini huzursuzca süzerek sokağa girmişti çoktan.

Evlerinin çapraz karşısında oturan, sokağın en yaşlı dolaysıyla en bilge büyüğü Ali emmilere aitti bu dana. Çobanın bile urganını sıkı sıkı tutarak anacak baş edebildiği bu dananın, bir gün mahallelinin başına iş açacağı dillendiriliyordu, her korku dolu fırsatta bu danadan kurtulunması gerektiği yükseliyordu, sürünün geçiş seremonisi süresince.

Ağır oturaklı, sakin huylu, lafı sözü dinlenir bu yaşlı karı kocanın bu danayla nasıl baş ettikleri ayrı bir merak konusu iken aynı zamanda bilmişlik taslayan cahil öğütlere maruz kalıyorlardı bu yaştan sonra.

“ Vurun kellesini!...”

Kurtulsun millet…

İlk defa bu kadar yakından görmüştü dananın gözündeki öfkeyi, karşı karşıya gelmenin korkusu dizlerine vurmuştu, öylece kendisine bakıyordu kendisine bakıyordu genç dana. Gücü ne muhteşem bir korku oluşturuyordu içinde.

Birazdan hızla arkadan hırkasına uzanacak bir elin, onu çekiştirmesiyle çarpılacak tahta kapının arkasında güvenliğe ve huzura teslim olacaktı. Uzanan elin boynunun hemen arkasından giydiği hırkanın çürümeye yüz tutmuş yakasından kavramaktan vazgeçip koluna yapışmasından hemen evvel sürüyü getiren çobana baktı.

O da çok öfkeliydi, bir o kadar da yorgun.

Güneş yanığının bronzlaştırdığı teninde, kurumuş tuz kalıntılarının birkaç günlük bakımsız sakalına doğru bıraktığı izleri gördü. Geleceği okuyan falcılara ya da bakımdarlara kolaylık olsun diye mi bu izler bu kadar derin ve anlamlıydı.

Bir servetin, bir mahallenin dolusu insanın kaderinin teslim edilmesinin ağır sorumluluğunu taşıyan ruhunun gerginliği de yüzüne yansıyordu çobanın.

Ne kutsal bir görevdi.

Köyden getirdikleri sarıkız adlı inekleri sakince evin bodrumundaki yerine doğru seğirtirken, çobanla bir kez daha göz göze geldi. Her şeye rağmen, çobanın görüntüsü kahraman gibi düşmüştü gelecekteki hayallerine…Nasıl olmasın ki?

Bir ineğin kaybı, bir ailenin kayıp edilmesi demekti bu zamanda. Tabii çobanın kendisinin de kaybı olurdu bu. Bunu çok iyi bildiği, görevini yerine getirirken yaptığı hareketlerine dolaysıyla işine yansıyordu bütün ciddiyetiyle.

Sokağı bir anda ölüm sessizliği kapladı, çıt çıkmıyordu. Duyulan sadece, lambalı radyodan yayılan birazdan ajansların verileceğini müjdeleyen “dıt dıt dıt” sesleri idi, “yaşama” geri sayım başlamıştı adeta.

Kalın tok sesli spikerin…

“Ajansları dinliyorsunuz.” sesiyle tüm yaşam durmuştu mahallede, On İki Mart muhtırasının hemen arkası idi.

“Burası Ankara Radyosu…Önce özetler…”

“ Başbakan Süleyman Demirel…”

“Cumhuriyetçi Güven Partisi genel başkanı Turhan Feyzioğlu verdiği beyanatta, Demokratik Parti genel başkanı Ferruh Bozbeyli ile…”

“Uzun süredir kolluk kuvvetleri tarafından izleri takip edilen anarşistlerin Sivas’ın Gemerek ilçesi yakınlarında görüldükleri bildiriliyor…”

Ve aralara serpiştirilmiş askeri yetkililerin beyanatları sıralanıyordu…

“ Ajansları dinlediniz.” sesi birlikte radyo kapatılmıştı. Duydukları karşısında korkudan dehşete kapılan mahalle sakinlerine bir anda“ Suvaz’dan, Gayseri’ye geçeceklermiş” şeklinde ulaşan fısıltının gerçekliğe daha da çok inanma gereği hissettiler. Anarşistlerin her an buralara kadar gelebileceği evlerine kapanmaları ve kapıları ve pencerelerini sıkı sıkı kapatmaları, arkalarını tahkim etmeleri gerektiği yine fısıltıyla bir anda şehrin tümüne yayılıyordu.

Korku ve nefret yükseliyordu zihinlerden şehrin gece karanlığına…kapkara.

Sokak boyunca birkaç evin kapısının kapatılmasına yol açan dananın gücü ve öfkesi geldi aklına…Peki, bu nasıl bir şeydir? Sorusu ile annesine biraz daha sokuldu, kendini güvende hissetmek için.

Yer sofrasında büyükçe, yuvarlak, beyaz emaye tabakta küçük kareler halinde kesilmiş hamur parçacıklarının üzerine dökülen sarımsaklı yoğurt ve yoğun salça sosunun kokusu tüm odayı kaplamıştı. Bahçede yetiştirdikleri minik kırmızı turp, yeşil soğan ve marullarla yapılmış salatadan da aynı şekilde keskin kokular yayıyordu ortama.

Duvarda eşya taşımaktan yıpranmış, eskimiş asılı bir hamal urganı duruyordu. Urganın biraz daha dayanması için düğüm atılmış yerleri, sırtını acıtmış olacak ki iki de bir sağ omzunu rahatlamak için kıpırdatan Kamil’in, neredeyse tüm elini kaplayan nasırları ortadaki geniş tasa uzanışında daha belirginleşiyordu. Ortadaki nimetlere her uzanışta, yer döşemeleri de isyan edercesine çatırdayarak eşlik ediyordu bu sıradan yaşama…

“Mehmet’in ayak lastiği eskimiş iyice, parçalanıyor. Yorgan ipliğiyle diktim ama dikiş de tutmuyor artık…”

Lokmalar boğazında durmuştu Kamil’in ama aynı zamanda vereceği cevabın düşünme soluklanmasıydı.

“Urgan da eskidi iyice sırtımı acıtıyor. Yarın Mehmet benimle gelir çarşıya gideriz. Yarın Mürsel Ağa’nın yükünü boşaltacağız, onun dükkanından alırız, veresiye verir bana oradan alırız.” Demişti gözlerini kaldırmadan.

Yeni bir ayakkabıya kavuşacak olmanın heyecanıyla mahalle camisinin imamından öğrendiği şükür duasına başlamıştı çoktan Mehmet…Huzur içinde uykuya daldı yünlerinin yer yer topaklaştığı yer yatağında.

Sabah erkenden babası ile şehrin merkezine doğru ilerlerken tıpkı babası gibi omuzlarında urganlar ile sağda solda bekleyen insanların arasında buldu kendini. Hepsi birbirine benziyordu…tıpatıp aynıydı.

Lakin bir tuhaflık vardı, fısıltı şeklinde konuşmalara kulak kesildiğinde.

“ Lan anarşitleri Gemerek’ de yakalamışlar…”

“Buruya Gayseri’ye getiriyollarmış…”

“Anarşit ne baba?” sorusuna babası cevap vermemiş, duymamazlıktan gelmişti oğlunun ikinci kez sormasını da.

“Hadi ağalar galhın, makine (kamyon) yanaştı boşaltah şunu…” Yarım saat içinde koskoca kamyonun boşaltılışını büyük bir keyifle izlemiş, kenara bırakılmış bir urgan parçasını sırtına atarak hamalları taklit ediyordu oyun olsun diye.

Yanına yaklaşan babasının sert bakışlarıyla birlikte sırtından urgan parçasını sertçe çekişini ve sertçe söylediği sözleri yaşamı boyunca hiç unutmayacaktı.

“Sen kimsenin yükünü çekmeyeceksin! Anladın mı!..” Babası ilk defa sesini bu kadar yükseltmişti kendisine.

Her biri, bir kaldırım köşesine tüneyerek yeni bir işe kadar dinlenmeye çekilen hamalların arasından geçerek, çarşının en görkemli dükkanına giriyorlardı babasıyla. Her türlü ayakkabının sıra sıra dizildiği kutulara hayranlıkla bakarken, kendir ve kenevirden yapılmış urgan ve diğer hacetlerin cazibesine bir kez daha kapılmış, ağzı açık seyrediyordu.

Ne büyük sermaye idi… omuz sermayesi.

Bu senin oğlan mı Kamil? Sözüyle adama baktı. Ellili yaşlarında koca bir ihtiyar gibi göründü. Ak düşmüş saçların geriye doğru taranarak ortaya çıkardığı geniş alnının tam ortasında irice bir et beni duruyordu. Ağzının hemen yanından başlayan ve yanaklarının iki yanında derin buruşukluklar oluşmuş, yüzünü daha da çirkinleştirmiş, hiç sevimli gözükmüyordu? Hatta Ali emminin danası kadar ürkütücü idi.

Babasının arkasına gizlenmeye çalıştığında.

“Gel lan al şu şekeri” diye uzatılan şekere bile bakma cesareti gösteremiyordu. Gözlerine baktı adamın bir kez daha korkuyla. Anlayamadığı başka bir anlam yüklüydü.

Babasının satılan ürünlerin daha iyi görünmesi için tezgah olarak kullanılan geniş ve yüksekçe kalın tahta tezgahın üzerinde henüz yeni kesilmiş bir urgana korkarak baktığını gördü. Yüzünde bir tedirginlik vardı yine anlayamadığı.

Niye korkmuştu ki, hani kendisi de yeni bir urgan alacaktı, omuz sermayesini yenileyecekti, sırtı ağrımayacaktı atılmış düğümlerden, sevinmesi gerekmiyor muydu? Diye düşünürken babasının sorusunu duydu.

“Beyim bundan kim aldı?”

“Ha…o yağlı urgandan mı…mapsaneden geldiler epeyce alıp götürdüler. Bereket versin…”

Beklediği cevabı duymak istemiyordu ama merakı sormasına engel olamadı.

“Niye ki?”

“Niye olacak duymadın mı Gemerek’ de anarşitleri yakalamışlar. Köylüler, halk ihbar etmiş, yakalatmış. Gayseri’ye getireceklermiş…”

“Ha…”

Babasının yüzünde gittikçe daha da belirginleşen ifadenin kaygı olduğunu büyüdükçe daha iyi anlayacaktı. Dışarıdan yükselen seslere kulak kabarttıklarında, tüm çarşı esnafı gibi onlarda dışarıya çıkmışlardı.

Askeri bir “jip” önde, arkada asker dolu bir cemse ve aralarından göründüğü kadarıyla hırpani kılıklı, boğazlarına urgan geçirilmiş, hafif kirli sakallı, sarkık bıyıklı iki kişi görünüyordu. Biri, cemsenin kasasına sıkıştırılan başından sızan kanların izin verdiği aralıktan, halka bakarken göz göze gelmişti.

Hayret etmişti, gözlerindeki anlam tıpkı Ali emminin danasının gözlerindeki anlamı andırıyorlardı. Kimdi bunlar…

Sonradan büyüyünce öğrenecekti. Adı Deniz olmalıydı…

“İdam edilsin! Vurun kellelerini!” bağırışları, öfke seline dönüşmüş, yayılan fısıltıyla birlikte şehrin ana caddesi olan “Sivas Caddesi” bir an da kalabalıkla dolmuştu.

Halk sokağa dökülmüştü…Kurtarıcısı olabilecek geçlerin boynuna urganın geçirilmesini istiyordu. Büyüdüğünde hep bunu düşünecekti.

Gerçekten halk bunu mu istiyordu…

“Hadi Mehmet burası güvenli değil seni eve götüreyim.” Korku tüm bedenini sarmış yeni alınacak ayakkabısını bile unutmuştu. Babasının eline daha sıkı yapışırken, babasının omzundan sarkan yeni urganın parlayışını gördü. Evlerinin oldukları sokağa girdiklerinde Ali emminin danasının da boynuna yeni yağlı bir urgan atılmıştı, çekiştire çekiştire kesilmeye götürülüşünü izliyordu.

Şimdi anlamıştı dananın öfkesini.

Ne zaman lastik ayakkabı kokusu duysa umutlarının hep yarına ertelenişini ve parlak yağlı urganı hatırlıyordu.

14 Şubat 2024 10-11 dakika 18 öyküsü var.
Beğenenler (4)
Yorumlar (2)
  • 2 ay önce

    Öykü de olsa gerçek bir yaşamın kesitiydi okuduğumuz urgan kiminin sırtının ekmek parası kiminin canının celladı yok pahasına darağacına insafsızca kurulan ama öyle kolay kurumaz bu ülkede Deniz'ler biri gider binlercesi doğar gün gelir yürekleriyle güneş olur aydınlık yarınlar için .Tebrik ederim bu güzel paylaşımınızı Mehmet bey saygılar

  • 2 ay önce

    Çok harcandık, çok harcanıyoruz el kesesinden harcar gibi harcadılar bu ülkenin gençlerini, genç hissedenlerini. Hem de yeri geldi birbirine düşman ederek.

    Şimdi de araplaştırmayla yok etmeye çalışıyorlar, parsel parsel ülkeyi satarak. Ama başaramayacaklar çünkü, özümüz güzel yönümüz güzel ( Atatürk).

    Yeter ki aydınlanalım, aydınlatalım beyinleri bıkmadan usanmadan.

    Selam ve saygılarımla. Sağ olun var olun.