Yarım Kalan


Ruhunu kor ateşlerde yakmakta olan vicdanı inzivaya çekilmesine izin vermiyordu. Gözlerinin seyrinde, zemheriye bürünmüş koca bir şehrin manzarası yatıyordu ancak o baktığı her yerde geçmişle yüklenmiş anılarını görüyordu. Kuru soğuğu içine çekmiş rüzgâr, kısa kesim saçlarının koruyamadığı kafa derisinden içeri sızıp aniden ürpermesine neden oldu. Kaç vakittir buradaydı bilmiyordu, ani soğuk ruhundaki uyuşukluğun alacaklısı olmasaydı kendini balkona attığının farkına dahi varmayacaktı. Olayın üstünden neredeyse bir sene geçmişti ama hala bu oldukça büyük eve kendini sığdıramıyordu. İçten içe biliyordu, kabullenemediği gerçeklerin verdiği pişmanlığı. Enver, artık bu koca yükü taşıyamıyordu. Oysa bir zamanlar vicdanını lal edip, hırslarının yoldaşlığında taşımıştı kendi hatalarının enkazını. Açık bıraktığı balkon kapısından büyük bir panikle içeri taşıdı yorgun bedenini. Oldukça sade döşenmiş odada yerini ezberlediği koltuğa bir bez parçası gibi bıraktı kendini. Üstündeki eşyaları önemsemeden bacaklarını orta sehpaya uzattı, yüksek sesle yere bir şeyler düştü. Karanlık odada el yordamı ile koltuğun altını aradı, ne aradığını bile bilmiyordu. Parmak uçlarına değen, biblo olduğunu tahmin ettiği seramik yapıyı ve hemen yanında çöp olduğunu düşündüğü bir kâğıt parçasını eline aldı. Bibloyu tekrar düşmemesi için sehpanın güvenli olduğunu düşündüğü bir yerine koydu. Dolunayın pencereden vuran ışığıyla elindeki kâğıdın aslında bir fotoğraf olduğunu anladı. İki imza atılmıştı fotoğrafın arkasına ve minik bir kalp simgesi çizilmişti. İmzalardan biri çok tanıdıktı. Ruhuna çöken matemle ön tarafını çevirdi fotoğrafın. Hafızasına yer etmiş simaları gördüğünde bir müddet bakışlarını fotoğraftan alamadı. Fotoğraflar ve anılar pişmanlığının sancısını hep ikiye katlardı, bunu çok iyi biliyordu. Evdeki bütün fotoğrafları bu yüzden kaldırıp güzel bir kaç anıyı kalbinin en kuytusuna saklamış, diğer her şeyi hatırlamamak üzere zihninin mezarlığına gömmüştü ya da o öyle yaptığını sanıyordu. Gözlerinin, yorgun harelerinden damlayan yaşların serinliğini soğuk odada iliklerine kadar hissetti. Gözünün önünde olmazsa, geçer sanmıştı lakin hasret söz dinlemeyen küçük bir çocuk gibiydi, istediğine ulaşana kadar durmadan ismini sayıklıyordu insanın. Küçük biblonun düşerken çıkardığı ses, Enver’in ruhunda teşekkül eden azabın sesiyle hemdem olmuştu. Vaveylasının canhıraş yankısı tüm evde duyuluyordu.

Enver, yakıcı hatıralardan uzaklaşmak için dışarı çıktı. Uzun bir yürüyüş ve sıcak bir çay iyi gelir diye düşündü. Saat geç ve hava fazlasıyla soğuk olduğundan bir kaç ay önceki canlı sokaktan eser dahi yoktu. Tek tük insanlar yanından geçiyor, çok dikkatli incelemese de aralarında geçen sohbetleri duyuyor, kafasını bir nebze dağıtıyordu. İnsanın ilacı insan, diye geçirdi içinden Enver. Yaklaşık bir sene önce yalnızlıktan ne kadar keyif alıyordu oysaki. Tek derdi, uğruna yıllarını verdiği işiydi. İşinde ne kadar başarılı ise o kadar tamamlanmış hissediyordu kendini. Şimdi ise yalnızlık en büyük düşmanı olmuştu, körü körüne bağlı olduğu işi ise artık umurunda değildi. Maddiyatın verdiği sahte mutluluk ondan neler almıştı. Çok sevdiği rahmetli eşine verdiği sözü dahi unutturmuştu. Sessiz geçen yürüyüş, isteği aksine kafasını daha da dolduruyordu. Gideceği mekânın ışıklı tabelasını uzaktan gördüğünde adımlarını hızlandırdı. Yarı aydınlık sokağın köşesini döneceği sırada kulağına çalınan cümlelerle olduğu yerde kalakaldı. Tutuklu kalmanın acizliği ile bir adımın köleliğini yapmaktaydı hissiz düşmüş ayakları.

“... Krizdeyim diyorum abi vereceksen ver, ben başka birini de bulurum. Sen tanıdıksın diye geldik, mırın kırın ediyorsun iki saattir. Ne kadarsa parası veririz.” dedi kapüşonunu kafasına örtmüş, elleri cebinde karşısında duran yaşça büyük adama bakarken çocuk. Enver ne yapacağını bilemedi, küçük çocuğu derhal oradan çekip almak istedi. Hareket etmek o an sığ bir suda boğulmaktan farksızdı. Adım atmaya meylediyor ancak bacaklarına söz dinletemiyordu. ‘Krizdeyim’ kelimesi kafasının içinde durmaksızın yankılanıyor, kuytuda saklanan anılar çıkmak için bu anı bekliyormuşçasına zihnine hücum ediyordu. Enver dayanılmaz bir acı ile düşünmemeyi umarak arkasını döndü. Bir kaç adım attı, sonra geriye döndü ve bir kaç adım daha... “Belki...yaşıtlardır.” duraksayarak düşündü. Sonra gerisin geri bir kaç hızlı adım. Hızla yürüdüğünden saç diplerinden inen soğuk ter gözlerine kadar ulaşıyordu. Yakıcı damlaları buz tutmuş eliyle kapamaya çalışıyordu. Elini cebine yerleştirmeye çalışırken parmak uçlarına düşen bir kar tanesinin ziyanıydı ruhuna doluşan geçmişin giz anahtarı.

“...Bir haftadır temizim baba, kullanmadım hiç. Leyla, bana yardım ediyor; ben de savaşıyorum.” Duyduğu cümlelerle olduğu yerde kalakaldı Enver. Oğlunun bedbin, sefil görüntüsüne iğrenir gözlerle bakıyordu. Hiddetle kendi gözlerinin içine bakan oğlu Ahmet’in omuzlarından tutup sarsması ile, “Ne yapıyorsunuz görmüyor musunuz halini!” birkaç adım ötede ağlayan Leyla’nın tiz sesi duyuldu. Enver hiç bir şeyi görmüyor ve duymuyor gibiydi. “Bize yakışmaz, sen böyle miydin ha!... Paranı yolladım istediğin her şeyi verdim. Senin babana layık gördüğün bu mu söylesene niye?” Ahmet’i sarsmaya devam ederken bağırdı Enver. Her kelimede sesi biraz daha yükseliyordu. Sessiz kalmaya devam ederken gözlerinden akmasına izin verdiği bir damlayla sessizlik yeminini bozdu Ahmet. “Sen gör diye baba, sen gel diye. Benimle konuş, kızarken dahi olsa konuş, diye.” Enver’in aksine Ahmet’in sesi kararlılığını her kelimede yitirip, küçülmüştü. Enver’in kulakları, oğlunun cümlelerine sağır olmuş gibiydi, o an tek düşündüğü rahmetli eşinin emaneti oğlunun kendine bu kötülüğü yakıştırmış olmasıydı. Nasıl yapardı ölüme adım adım yürümeyi kendine nasıl layık görürdü? Sinirle sıkıca kavradığı omuzlarından ittirdi Ahmet’i. Ayakta durmaya mecali olmayan genç adam, aldığı ufak darbeyle dizlerinin üstüne çökmüş; büyüyen gözleriyle çocukluğundan beri saygı duyduğu her daim dimdik duran babasına bakıyordu. Enver, etraftaki insanların sesleriyle kendine gelmişti. Mahcup gözlerle insanlara bakıp “Leyla, kızım kaldır götür şunu buradan.” demişti. “Şunu”!.. Enver’in sözleri, kullanmış olduğu maddelerden algılama oranı oldukça düşmüş olmasına rağmen, Ahmet’i ruhunun kör hapishanesine atıvermişti. Babası için sadece bu kadar mıydı? Boş gözlerle, ara sıra arkasını dönüp sonra yeniden kendisini inceleyen babasına bakmaya devam ediyordu. Enver ise gözleri kara oğlunun ne ara göz altlarının gözlerinin karasından çaldığını anlamaya çalışıyor, çalıştıkça Ahmet’e daha da sinirleniyordu. Bu hastalıklı zayıflık oğlunu ne zaman esir almıştı? Enver, daha fazla kalamayacağını anladığında ağır adımlarla ayrılmaya başladı oradan. Biraz ilerlediğinde Ahmet’in duyabileceği bir ses tonuyla “Benim senin gibi bir oğlum yok artık.” dedi. Ahmet’in duyduğu cümle ile annesinin vefatında hissettiği yalnızlık çökmüştü omuzlarına. Şuan Ahmet, seneler evvelki o çocuktu lakin elinden tutup onu ayağa kaldıracak bir babası yoktu. Koca bir delikanlı umman olan yaşlarıyla etrafındaki kimseyi umursamadan bağırdı “Bırak üstüme yağsın kar baba, temizlenip gideyim!” ...

Her insan, adım dahi atmak istemeyeceği bir yolun havasını en az bir kere solumuştur. Ahmet mağlubiyet kokan bu yola adımını attığında yolun her durağında sahte mutluluk maddelerinin, benliğinden iradesini yok sayarak neleri feda edeceğini biliyordu. Bir defa, “yalnızca bir defa” diye yalnız kendini kandırmıştı. Yüksek sesli, parti ışıklarıyla bezenmiş, insanların garip, müzik olmasa komik olacağını düşündüğü danslarını seyrediyor; onun için oldukça yeni olan bu yerde ne işi olduğunu düşünüyordu. Basketbol takımı köklü okullarının en büyük rakibi olan okulu yendiği için kaptanları kendi evinde bir parti düzenlemişti. Gelmek istememişti ancak o da takımın oyuncusu olduğu için arkadaşlarının ısrarlı teklifini reddedememişti. Eğlenen kişiler için hızlı , Ahmet içinse oldukça yavaş geçen gecenin sonlarına yaklaşılıyordu. Elindeki tadı kolonyadan hallice içeceği içmese de arkadaşlarına ayak uydurmak adına elinde tutuyordu. Zihnini uyuşturan şeyleri sevmezdi. Sayısal bilimlere olan yatkınlığından zihni hep açık ve berrak olmalıydı ona göre. Cebindeki telefonu titredi babasının her zamanki, geçiştirmek için yazdığı kısa yazılardan biri olduğunu tahmin ediyordu. Öyle de olmuştu. Maça davet etmiş olsa da önemli bir toplantısı olduğunu, ne yazık ki gelemeyeceğini söyleyip ısrar etmesine izin vermeden kestirip atmıştı babası. Maç çıkışı aradığında da meşgul çalan telefonla morali fazlasıyla bozulmuştu, kırık hissediyordu. Güzel anlarını paylaşacağı birinin olmaması zoruna gidiyordu, kötü anlarını da olduğu gibi. “Ahmet suratın düştü sanki? Eğlenmeye geldik yahu keyfine bak.” Yan tarafından gelen sesle telefona gömülü başını kaldırdı. Yüzüne yerleştirdiği yalancı gülümsemeyle başını salladı. “Yeni bir mal buldum ama aşırı etkili diyorlar. Kafayı uçuruyormuş adeta.” Masada dönen muhabbete merakı dâhil olmuştu. Arkadaşlarının anlattığı gibi şuan her şeyi unutmak istiyor, hiçbir şey düşünmek istemiyordu. Ahmet, o gece damarlarından beynine zerk eden soyut paslı şırınganın verdiği yapay mutluluğun kölesi olmuştu. Böylece yalnızlığını geçici olarak ertelemişti. Her seferinde ilk aldığı hazzı yakalamak adına dozunu artırıyor gitgide zehrin bataklığında biraz daha batıyordu. Zehrin etkileri onu hayatından alıkoymaya başladığında ise çok geçti. Günden güne zayıflayan bedeni ve artan kemik ağrıları ile yoğun antrenmanlara dayanamıyor, nerde geleceği belli olmayan krizleri maçlara girmesine engel oluyordu. Etrafındaki herkesten uzaklaşıyor, paranoyakça düşüncelerden kendini alıkoyamıyordu. Derslerde kafasını sıradan kaldıramıyor, çok sevdiği matematik dersine dahi odaklanamıyordu. Kontrolün kendi elinde olduğunu düşünüyor, “İstesem bırakırım.” diye kendini kandırıyordu. Zeki bir çocuktu, uyuşturucunun üzerindeki etkisini görüyor, lakin kullanmadan hayatına devam edemiyordu. Başlarda dört-beş gün kullanmadan durabilirim derken şimdi onsuz yaşayamam demeye başlamıştı. Ahmet, sonunun ölüm olduğunu bildiği yaşamını böyle sürdürmeye devam ederken bir gün hayatına biri girdi.

Günün ilk ışıklarını seyre dalmıştı Ahmet. Sabahın soğuk esen rüzgârlarına aşinaydı bedeni, içini delip geçse de aldırmıyordu. Alacağı yeni mal onu heyecanlandırdığından temin edeceği adamın söylediği yere daha gün doğmadan gelmişti. Uzun bekleme süresinin ardından az ilerisindeki hareketliliğe gözü takıldı. Genç bir kız elindeki sütü, etrafına toplanmış yavru kedileri beslemek için yerdeki kaba dolduruyordu. Sarıya çalan kumral saç tutamları koyu yeşil tişörtünü süslüyordu genç kızın. Heyecan ve minnetle bacağına sürtünen kedilerin arasından kendini sıyırdı. Üstünde hissettiği gözlerle başını Ahmet’in olduğu tarafa çevirdi. Esmer, düz bakışlarının aksine kumral kız yüzüne yerleşen içten tebessümü ile “Günaydın” dedi. Ahmet büyülenmiş gibi kumral kızı izlerken kız tekrar Ahmet’e bakmamak üzere apartmandan içeri girdi. O ise kızın ardından bir çift karasına karışan bahar yeşillerinin ne kadar güzel olduğunu düşünüp durdu. Hayatında daha önce bu kadar güzel gözler görmemişti. Ahmet’in ölü toprağından nem almış ruhunun simasına yansıyan buzdan soğukluğun yerini kumral kızdan bulaşan gülümseme almıştı. Yüzüne oturmayan yabancı gülüşün farkında olmadan bayır aşağı yürüyordu. Oraya neden geldiğini dahi unutmuştu.

Çektiği her içli nefeste az önce yaşamış olduğu üst üste iki krizin yankısını saklıyordu Ahmet. Babası ile konuştuktan bir süre sonra yoksunluk krizine girmişti, eve geldiğinde bir kere daha... Eve nasıl, ne halde geldiğini hatırlamıyordu. Geldiklerinde bir kriz daha yaşamıştı. En sevdiği yeşillerle Leyla’nın içeride ağladığını duyuyordu. Rezil ve sefil bir hale gelmiş olmalıyım diye düşündü. Sevdiği kadın bunu yaşamayı hak etmiyordu biliyordu Ahmet. Hayatına girdiğinden beri neşesini çalmıştı Leyla’nın. Kumral kız yaşadığı perişanlığın hırsını çekiçle vurduğu kapıların kilidinden çıkarıyordu. Sevdiği adamın o haline şahit olmak istemezdi. Ahmet’in kendi yanında yaşadığı ilk krizdi ve üst üste olması ise cabasıydı. İkinci krizde bertaraf olmuş halini sevgilisinin görmemesi adına odasının kapısını kilitlemişti Ahmet. Leyla ise sürekli halde Ahmet’in ismini sayıklamasına rağmen sevdiceğinden gelmeyen ses ile başına bir şey geldiğini düşünmüş bulduğu çekiçle kapının kilidini kırmıştı. Can şenliğiydi Ahmet ve gözlerinin önünde sönüp bitiyordu. Beraber başladıkları yol zorlu fakat aşılamayacak bir yol değildi, biliyordu genç kız. Leyla “Keşke babası da destek olsaydı.” diye düşündü. Ahmet’in, babasıyla olan konuşmasından sonra gözlerinde olan minicik ışığında söndüğünü fark etmişti. Bu kahrediyordu onu. Gülümsediğinde eskisi gibi parlamamıştı gözleri, değişmişti sanki sevdiği adam. Ahmet’i hiç bu kadar kötü bir halde görmemişti. Yalvarışları maddeye olan açlığı apaçık şekilde ortadaydı. Elinden hiçbir şey gelmemişti bu Leyla’yı bilmediği bir mateme sürüklüyordu. Sevdiği o halde iken yalnız sıkıca elini tutabilmişti. Erteledikleri klinik randevusunu erkene almaya karar verdi. Tedavisi ne kadar sürer bilmiyordu. “Ayrılık şart koşuldu bize.” diye geçirdi içinden kapı kollarına yaptığı işkence eşliğinde. İşi bittiğinde Ahmet’in kaldığı odaya doğru ilerledi. Kapıdan içeri kafasını uzattı. Sevdiği kanepede yatıyordu. Baş ucuna doğru adımladı. Sevdiceğinin siyah saç tutamlarını okşayarak onu ne kadar sevdiğiyle ilgili bir kaç cümle kurdu. Bitkin adam ise sevdiği kadının yanı başında olmasının verdiği huzurla birlikte onun cümlelerine kendi yordamıyla eşlik etti. Leyla sevdiği adamın yorgun düştüğünü görebiliyordu. Yiyecek bir şeyler hazırlasa iyi olacaktı. Genç adamın sıkıca tuttuğu elini istemeyerek de olsa bıraktı. Yiyecek bir şeyler yapmak için mutfağa adımladı, buzdolabını açtığında bir kaç içecek dışında bir şey olmadığını gördü. Ahmet’e alışveriş yapacağıyla ilgili bilgi verip, çantasını alıp evden ayrıldı. Dış kapıyı kilitlemeyi ihmal etmemişti. Çabucak gelmeyi umuyordu.

Leyla evden çıkmıştı ama bilmediği önemli bir şey vardı. Kriz bazen günlerce sürebiliyordu. Ahmet ise bu anlarda yalnız bedenine değil ruhuna da zincir geçirmiş olanın köleliğini yapmaya mecbur hissediyordu. Aklında zehirli maddeye ulaşma isteğinden başka hiçbir düşünce barınmıyordu. Zira fırtınalı denizde gideceği tek limanın haritasını bile kaybetmişti. Babası sevmiyordu ki onu Leyla neden sevsin? Bırakıp gidecekti herkes gibi o da. Üzülüyordu Leyla’ya “Hak ettiği sevgi bu değil, melek gibi bir kız, acı çektiriyorum, bir de babam...” Kafasında dönen düşünceler bunlardı. Zar zor kendini yataktan kaldırdı, kalktığı gibi kimsenin bulmaması adına zehrini sakladığı saksının olduğu yere doğru gitti. Saksının içindeki toprağı boşaltacak kadar sabırlı ve güçlü hissetmediği için yere attı. Kırılan parçaların arasından aradığı şeyi aldı. Tüm kemikleri sanki kırılmışçasına şiddetli bir ağrıyla zonkluyordu. Güçlükle merdivenlerden çıkıp üst kattaki banyoya girdi. Kapının açılmaması adına önüne bir şeyler itti. Dışarıdan ses duyulmaması için musluğu sonuna kadar açtı. Küvetin yanına çöktü, elindeki şırınganın iğnesini bir an bile pişmanlık duymadan damarından içeri soktu. Kendi benliğinin kuklalığını yaptırıyordu damarlarından tüm bedenine zerk eden zehir.

Leyla, eve girerken aklında sevgilisine hazırlayacağı yemekler vardı. Yolda kliniği aramış yarın için randevu almıştı. Ayakkabılarını çıkarıp eve girdi. Bileğindeki tokayla uzun saçlarını bağlarken salona doğru ilerledi. Evi havalandırmak adına camları açmak için ilerledi büyük odada. Camın önündeki saksının yerde parçalarını gördüğünde içine bir huzursuzluk çöküverdi. Hemen can şenliğinin olduğu odaya baktı fakat Ahmet bıraktığı yerde yoktu. Merdivenlere doğru koştu, Hiç durmadan sesleniyordu lakin cevap alamıyordu. Diğer odaları da kontrol ettikten sonra belki tuvalettedir diye düşündü. Koridorun sonundaki odaya doğru yürüdü. Yaklaştıkça fark ettiği suyun, kapının altından sızmış olduğunu gördü. Kapıyı şiddetle çalıyor gelmeyen cevapla sevdiceğinin çok sevdiği ismini zikretmeye devam ediyor lakin hiçbir cevap alamıyordu. Sabrı tükenen Leyla kapıyı ittiriyor ama açamıyordu. Kilidi olmayan kapının neden açılmadığını şuan algılayamıyor sürekli itmeye devam ediyordu. Son gücüyle ittiğinde kapının arkasındaki eşyalar yere düşmüş kapı açılmıştı. Karşısında duran görüntü ile ne yapacağını bilemeyen genç kız sevdiği adamın yanına gidip omzuna dokundu masumca. Ahmet’in başı küvetin içinde öylece duruyorken Leyla ne olduğunu henüz algılayamıyor Ahmet’ten bir tepki bekliyordu. Kafasını sudan kaldırsın o güzel gülümsemesiyle gözlerinin içine baksın istiyordu. Saç tutamları göz altlarından kara olan adamdan gelmez olan tepkiyle can şenliğinin kafasını sudan çekti kucağına yatırdı. “Uyansana Ahmet. Niye konuşmuyorsun benimle?” Leyla, sevdiği adamın dakikalar önce sıkıca tuttuğu elinde duran şırınga ve poşetle ne yaptığının farkına vardığında çok geç olduğunu anladı. İki sevgili, komşular genç kızın göz yaşlarıyla karışık bağırışlarını duyana kadar orada öylece kaldı.

Genç kız sayısız ağıt yaktı, güneşinin üzerine bir avuç toprak örtülene kadar. Geride sözlerinin pişmanlığıyla nefes almaya çalışan bir baba, bir de sevdalının canına cam olup batan, aşığından kalma ihaneti kaldı.

TUĞÇE ALTUNBAŞ

19 Nisan 2024 17-18 dakika 2 öyküsü var.
Beğenenler (2)
Yorumlar