Yitik Tadın Peşinde
Yıllar sonra yine İzmir’deydi. Çocukken geldiği, gençliğinin bir baharında birkaç gün kalıp gittiği bu şehir, hâlâ rüzgârı tuz kokan, akşamları gökyüzü mora çalan o eski İzmir miydi? Sokakları dolaşırken, hatıralar arasında bir gölge gibi süzüldü. Ayakları onu nereye götürdü bilmezdi, ama işte kapının önündeydi.
Kapıyı çaldığında açan yaşlı bir kadındı. Önce gözlerini kıstı, sonra yüzü aydınlandı.
— Aman Allah! Sen misin? Yıllar oldu be oğul! Gel hele, geç içeri.
Kadın, halasıydı. Eskiden bu evde, yaz günlerinde kalır, sabahları avludaki incir ağacının gölgesinde kahvaltı ederdi. O eski taş avlu, şimdi biraz yıpranmıştı ama hâlâ eskisi gibi serindi.
İçeri girdi, oturdu. Halası çay koydu, yanında da bir tabak dolusu meyve getirdi. Sohbet koyulaştıkça, o eski tat düştü aklına. Çocukluğunun İzmir’inde bir şey yemişti. Adını bilmiyordu ama tadı hâlâ damağındaydı.
— Hala, dedi, ben burada bir şey yemiştim, yıllar geçti unutamadım.
Kadın kaşlarını kaldırdı.
— Ne yedin ki?
— Bilmiyorum… Mor kabuklu, içi süt beyazı… Tatlı ama öyle şeker gibi değil, hafif bir serinliği vardı sanki.
Hala düşündü, sonra mutfağa gitti. Az sonra elinde kocaman bir patlıcanla geldi.
— Al bakalım, belki budur.
Gülümseyerek aldı, parmaklarıyla mor kabuğunu okşadı. Bir lokma ısırdı. Ama daha çiğner çiğnemez başını iki yana salladı.
— Hem bunun boyunu uzatmışsınız, hem de tadını kaçırmışsınız.
Hala kahkahayı bastı.
— Ne bekliyordun? Her şey değişti be oğul, İzmir bile eski İzmir değil.
Adam gülümsedi ama içinde bir sızı vardı. Bazı tatlar unutulmuyordu ama bulunamıyordu da. İnsan ne kadar arasa da, bazı şeyler geçmişte kalıyordu. Ve belki de en güzeli, onların orada, hafızada bir hatıra olarak kalmasıydı.
Yıllar sonra yine İzmir’deydi. Çocukken geldiği, gençliğinin bir baharında birkaç gün kalıp gittiği bu şehir, hâlâ rüzgârı tuz kokan, akşamları gökyüzü mora çalan o eski İzmir miydi? Sokakları dolaşırken, hatıralar arasında bir gölge gibi süzüldü. Ayakları onu nereye götürdü bilmezdi, ama işte kapının önündeydi.
Kapıyı çaldığında açan yaşlı bir kadındı. Önce gözlerini kıstı, sonra yüzü aydınlandı.
— Aman Allah! Sen misin? Yıllar oldu be oğul! Gel hele, geç içeri.
Kadın, halasıydı. Eskiden bu evde, yaz günlerinde kalır, sabahları avludaki incir ağacının gölgesinde kahvaltı ederdi. O eski taş avlu, şimdi biraz yıpranmıştı ama hâlâ eskisi gibi serindi.
İçeri girdi, oturdu. Halası çay koydu, yanında da bir tabak dolusu meyve getirdi. Sohbet koyulaştıkça, o eski tat düştü aklına. Çocukluğunun İzmir’inde bir şey yemişti. Adını bilmiyordu ama tadı hâlâ damağındaydı.
— Hala, dedi, ben burada bir şey yemiştim, yıllar geçti unutamadım.
Kadın kaşlarını kaldırdı.
— Ne yedin ki?
— Bilmiyorum… Mor kabuklu, içi süt beyazı… Tatlı ama öyle şeker gibi değil, hafif bir serinliği vardı sanki.
Hala düşündü, sonra mutfağa gitti. Az sonra elinde kocaman bir patlıcanla geldi.
— Al bakalım, belki budur.
Gülümseyerek aldı, parmaklarıyla mor kabuğunu okşadı. Bir lokma ısırdı. Ama daha çiğner çiğnemez başını iki yana salladı.
— Hem bunun boyunu uzatmışsınız, hem de tadını kaçırmışsınız.
Hala kahkahayı bastı.
— Ne bekliyordun? Her şey değişti be oğul, İzmir bile eski İzmir değil.
Adam gülümsedi ama içinde bir sızı vardı. Bazı tatlar unutulmuyordu ama bulunamıyordu da. İnsan ne kadar arasa da, bazı şeyler geçmişte kalıyordu. Ve belki de en güzeli, onların orada, hafızada bir hatıra olarak kalmasıydı.
O gün, orada herkes fark etti ki bazen en güzel şey, kısa ve öz olanmış. Ne bir kelimeyi gereğinden fazla uzatmalı ne de hayatı gereksiz yere sündürmeliymiş insan…
Turgay Kurtuluş