Zamanın Eğik Düzlemi
Pencereyi araladığımda, gökyüzü sanki pencereden içeri kireç gibi dökülüyordu. Tavan arasına saklanmış eski bir kitabın sayfalarını aralar gibi …
Yürümeye karar verdiğimde saat 09:07’ydi. Bu bilgi neden aklımda kaldı, bilmiyorum. Belki gerçekten bir şeylerin başladığına inanmak için somut bir rakama tutunmak istedim.
Dönüş yolu için, köyün çıkışındaki eski taş yolu tercih ettim. Her zaman değil, ama bazı günler yürüdüğümde kendimi bir rüyanın içinde sanıyorum burada. Yolun kenarında sıralanmış taşlar, çelimsiz ağaçlar ve dikine uzanan bir yalnızlıkta bir başına…
Yokuşun sonundaki kavşağa geldiğimde yolun tam ortasında yerde bir tekerlek duruyordu. Sahipsiz ve nereye ait olduğu belli değil. Belki bir arabadan kopmuş, belki bir rüyanın içinden düşmüş…
O an, Aristoteles’in meşhur tekerlek paradoksu geldi aklıma.
Bir tekerleğin dış çemberi, iç çemberiyle birlikte aynı anda döner ama dış çemberin kat ettiği yol daha uzundur. Öyleyse içteki çember, daha az mı yol almıştır? Ama ikisi de aynı merkezde, aynı hızda, aynı anda dönerler.
Aynı zamanı paylaşıp farklı mesafeler kateden şeyler gibi…
Aynı gün içinde, kimimiz yaşlandık, kimimiz hiç büyümedik.
Tekerleğe yaklaştım. Parmaklarım soğuk metale dokunduğunda, bir kıpırtı hissettim. Geçmişin rüzgarı avuç içlerime dolmuştu.
Gözlerimi kapattım. Birden, olduğum yer değişti. Bir sahildeydim. Terk edilmiş, yarı ıslak bir gün batımında…
Kumun üzerinde birçok saat vardı. Cep saatleri, kol saatleri, duvar saatleri… Hepsi durmuştu. Sanki zaman, bu sahile uğramayı unutmuştu.
Uzakta, etekleri rüzgarda dalgalanan yaşlı bir kadın oturuyordu. Yanına gittim. Bana baktı.
-Zaman, su gibidir, dedi.
- Ama hep ileri doğru akar, dedim.
- Sen öyle san, diye fısıldadı.
- Geçmişle gelecek arasında bir yerdeyiz. Ama aslında geçmiş, hiç geçmedi. Gelecek, henüz gelmedi. Senin “şimdi” dediğin şeyse, zaten olup bitti bile.
Sanki zamanın tanımına ufak bir çizik atılmıştı.
- Beni tanıyor musun, diye sordum.
- Seni herkes tanır, dedi. Ama sen kimseyi hatırlamazsın.
Gözlerimi yeniden açtığımda, yine tekerleğin başındaydım. Yerde, zamanın bir iz bırakmadığı taşlarla örülü bir yol… Zaman ileri gitmez. Biz onun çevresinde dönüp dururuz diye düşündüm. Aklım hala paradokstaydı. Aynı merkezde dönen iki çemberin farklı yolları kat edişi gibi. Demek ki herkes aynı zamanı yaşamıyor. Aynı güne uyanırız ama kimimiz geçmişin labirentinde tutuklu kalmıştır, kimimiz ise gelecekten ödünç almıştır neşesini.
Yürümeye devam ettim.
Yolun sonunda, küçük bir dere vardı. Üzerinden atlayacakken kenarında bir çocuk fark ettim. Elinde oyuncak bir saat tutuyordu.
- Saatin çalışmıyor, dedim.
- Olsun, diye gülümsedi. “Zamanı ben söylüyorum zaten.”
O çocuğun gözlerinde zamanı olmayan bir yerin huzuru vardı. Belki de zaman, büyümeyle başlar. Belki de büyümek, zamanı fark etmekten ibarettir.
Zamanın bir sesi olduğunu düşünmemiştim daha önce. Ya da içimize kazınan bir yankı olduğunu.
Sabaha karşı aynaya baktım. Gölgem bile bana yabancıydı. Sanki zaman, görüntümü bir başkasına çevirmişti.
Artık saatler dışında her şeye daha dikkatle bakıyordum. Uzayan yollara, şiddetli rüzgarlarda kopup yerinden sürgün edilen yaşlı çınar ağaçlarına, sana …. Çünkü zaman dediğimiz şey, yalnızca bir dikkat biçimi, ipin ucunda salınan bir cambaz misali. Ne yana düşeceği belli değilmiş gibi. Kaçınılmaz olan tek şey, düşüşün kesin olarak gerçekleşeceği.
Bir insanın, saate ilk kez kaç yaşında baktığını hatırlaması mümkün değil. Ama o sahneyi unuttuğumuz andan itibaren, zaman bizden intikam almaya başlıyor.
Zamanı ölçmeye çalışmak, yağmuru damlalarını saymak gibi bir şey. En çok ıslananlar, genellikle hiç şemsiye taşımayanlar oluyor.
Geçen hafta, bir tanıdığın cenazesinde gerçek anlamda zamanı kaybettim mesela. Kol saatim bozuldu, telefonum şarj tutmadı. Duvar saatinin ise camı çatladı.
Zaman, evde bana küsmüştü sanki.
Cenazeye geç kalmadım ama erken de varamadım. Çünkü kimsenin tam zamanında vardığı bir cenaze olduğunu düşünmüyorum.
Zaman orada da eğilmişti. Ama bu elbette hürmetten değildi. Keza, ölümdü sebebi.
O gece rüyamda kendimi bir tren istasyonunda bulmuştum. Garip olan, istasyonun içinde zamanı işaret eden herhangi bir şey olmamasıydı.
Sanki tüm trenler aynı anda gelip toplu bir şekilde hareket edecekmiş gibi. İnsanlar sürekli trene biniyor ama hiçbiri inmiyordu.
İstasyon dışındaki insanların hepsi, kendi geçmişinden bir şeyler taşıyor gibiydi.
Kimisi çocukluğundan bir ayakkabı, kimisi ise sallanan son mendili…
Kimisi de hiç büyümemiş gibi, hala “yarın” diye bir şeyin varlığına inanıyordu.
İstasyonda yürürken bir tabela gördüm.
“EĞİK ZAMAN DÜZLEMİ – DİKKAT KAYMA TEHLİKESİ”
Sonunda rüya netleşmeye başlamıştı.
Zaman, biz durdukça akıyor, yürüdükçe eğiliyordu.
Bir şeyi çok beklersek, zaman aniden kaçıveriyor elimizden.
Ne zaman o şeyden vazgeçsek, o gelip dizimize oturuyor. Sokakta üşümüş bir çocuk gibi.
Zaman bir sandal gibidir. Sen küreği bıraksan bile, akıntı seni elbet varacağın yere götürür.
Uyandığımda sabah olmuştu. O gün bugündür, zamanla barıştım diyemem. Ama onunla kavga etmeyi manasız buluyorum. Zaman, bazılarına göre yalnızca bir çizgi. Bazılarına göre ise bir daire. Bana göreyse kırık bir cetvelden ibaret.
Doğru ölçtüğünü sandıkça, daha çok yanılgıya düşüren mistik bir doğrulama ritmi bu. Hızla giden bir trenin penceresinden, kendin dışındaki her şeyi izlemek ve sürdürülebilir olduğuna inanmak gibi.
Sahi, sonsuz bir şekilde sürdürülebilen şey nedir?
Enerji, yaşamın ta kendi, bu koca evren ya da içinde, gözyaşı misali acı çukurlarını dolduran o büyük okyanuslar mı?
Çevre dostu yalnızlar, duyarlı bir aşk veya tek kullanımlık mutluluklar mı?
Sürdürülebilir herhangi bir şey yoksa tüm bunların ne önemi var?
...
Benim de çok sevdiğim bir yakınım vefat ettiğinde aynı anlarda telim bozulmuştu. Sevdikleriniz yoksa zamanın da bir hükmü kalmıyor. Bir acı olduğunda zaman tam o noktada duruyor sanki. Sevinçler de öyle bence. Zaman eğilip bükülecek belki bizler fark etmeden ama en sürdürülebilir şey bana göre sabırdır. Eğilip bükülmeden nefesin hakkını vermek ve dimdik durmak. Sevgiler. Güzeldi. 🌾✍️