Dona Sophia







Suskun ve müzeyyen göklerin altında,
gözlerinde gecenin baygın melâliyle,
Dona Sophia yürür tenha ve izbe köşelerde;
dudaklarında sevda ve suskunluk,
eteğinin helecanlı feşâfeşiyle
kenjanın ışıltılı zarafeti,
çilekeş bir jen nezaheti,
ve aşkın ateş-i sûzân teniyle.
Adı, hem mukaddes bir sevda,
hem sonsuz bir arayıştır ötelerde,
neyzen bakışları hem aşkın bin yılı -
hem kemâlin kırk mevsiminde.



Bilir misin Dona Sophia,
erdemin ve tutkunun kıyısında yorgun bir gemi,
boranlarla sermest denizlerin hercümercinde,
kendi müşfik limanını arar
o limanlar belki sadece kayıp hayallerden
ve bir faslı hazan ikindisinde,
sessizce ölümün kollarına düşer yapraklar



Hatırlar mısın?
bir yelkeni öptü şevkefza gece,
biz berrak bir suya eğildik;
aynada eriyen parmaklarınla
bana tanrının sustuğu asumanı verdin.
mavi bir lahit gibi uzanıyordu
dilimizin ucunda dilsizlik.
her gülüşün, kalbime bir kehanetin
nobran çivisini çakıyordu,
dudaklarında Kama’nın gülü kanıyor,
bolâhenk ve dilküşâ sesinde
Minerva’nın kanı yanıyordu.



Göğsümüzde henüz kıyıya vurmamış
bir delüzyondu ölüm yalnızca.
“bak,” diyordun,
“yağmur ağzını bana açmış,”
ve ben,
seninle susmak istiyordum yağmurlara.
bir af yakarışınca sarılmıştın boynuma,
inci inci süzülen terin —
Ermiya’nın gözyaşıydı,
seylaplarla seyelan ediyordu asırlara



Yüzünde ağlayan bir Lükres kantatı
ellerinde İsmail’e götürülen kurbanın
ipleri vardı,
perestiş ederken saçlarına,
kadim bir stupanın
rahim duvarlarında yankılanan
arşetip bir neşide gibi tütüyordun
hem emperatris hem azize,
ama en çok
susarak devrim yapan bir kadın.



Sen Dona Sophia,
fenomenine ihanet eden bir numendin,
âyine-i İskender’de saklanan bir sükut,
kelimenin kendi sedasından korktuğu isimdin.
bense sana meftun ve medyun tükenen bir ömrün,
bakide kalan son nefesiydim.
sokaklar dondu adımlarımda
ve geceler birer birer çürüdü avuçlarımda.



Efsunlu bir yaz seherinde
seninle antik bir taş ocağında uyandık.
dilimizde Pindaros’un kayıp mısraları,
bedenimizde güneşin kanı vardı.
sen yüzünü döndüğünde
gölgenle beni öpmüştün,
çehren bir filosofya meşheri
anjelik bir edayla gülmüştün



Birlikte yürüdüğümüz kaldırımlar
biz geçtikten sonra çiçek açtı.
kimse inanmazdı ama
senin mükedder ayak izlerin
göklerde mülteci yakıcı bir duaydı.



En güzel ve bellavista fotoğrafımız
hiçbir zaman çekilmedi,
ama o gece aynaya bakarken
gözlerin gözlerimdeydi.
susarak konuştuğumuz anlar vardı,
bir lahitin taş duvarına kazınmış
kimliği belirsiz epigramlardı.
hatırımdaki son gülüşün,
bir mezar taşı gibi oturdu kalbime.
sanki tanrı,
göklerin kapağını kapatırken
o gülüşü bırakmıştı içime.




Gültekin Avcı

Beyrut, 2012










14 Temmuz 2025 6 şiiri var.
Beğenenler (2)
Yorumlar