Ucuz Ölümler Ülkesi Anatolia 2
Ucuz Ölümler Ülkesi Anatolia- 2
1
Başında soluk beyaz puşi,
kimi yerleri sökük
üstünde Zamanın çürümüş ipliğinden dokunmuş eski bir hırka,
ve içinde beyazdan bir kıyafet.
yüzü dağınık, alnında yılların izi
ve yaşlı ellerinde gizemli dövmeler.
mühürlü gözleri, sırlı bakışlarıyla
ihtiyar bir kâhin
mabedin tam ortasında
içinde metal bir para olan tasın önüne
diz çökerek
kör bir kuyuya bakar gibi derin derin baktı içine.
bi’şeyler arıyordu
baktıkça buruşan yüzünde artıyordu belirsizlik.
bulamıyordu.
- “Ne arıyorsun baktığında?” dedim.
cebinden bir tutam sis çıkarıp savurdu tasa.
- - “söyleyenin yalancısıyım” deyip
duyduklarını da ekleyerek anlatmaya başladı.
- - “uzun zaman önce ‘ucuz ölümler ülkesi”nde,
utanmak diye bir duygunun olduğunu,
kimi yüzlerde görüldüğünü,
gün geçtikçe azaldığını, sonra yüzlerde neredeyse tamamen
öldü(rüldü)ğünü” söyledi.
- “neye benziyordu?”
o an, bakıverdik birbirimize, şaşkın ve ürpermiş.
anlamamıştım, sanki o da beni.
- - “Şimdilerde neredeyse yok, yitenlerin al yüzü.”
dedi kısık bir sesle.
Sonra, ellerini tasın içine batırıp
ışıltılı bir defter çıkardı.
tılsımlıydı sanki.
üzerinde ‘ucuz ölümler ülkesi Anatolia’ yazıyordu.
defterin sayfalarına baktıkça
yüzüne yansıyan ışıktan
kendinden geçmiş,
göksel bir dilden örülmüş
görünmez kelimeleri, biraz boğuk ve
titrek bir şekilde mırıldanarak;
-- “Anatolia’da adları ölüme kazınmış olanların
sessiz kayıtları, ölü küller arşivi” dedi.
Çevirdiği her sayfada bir yüz beliriyor ve siliniyordu.
Neydi, nasıldı, neresiydi bu ‘Anatolia?’
Yaşlı elleriyle defteri uzattı bana:
“bu senin yükün artık, okudukça unutacaksın,
unuttukça yeniden okuyacaksın,
al yüzler yansıyacak yüzüne.”
“al, utanmanın ve masumiyetin rengidir, erken öl(dürü)ür.” dedi.
Titrek parmaklarımla dokundum kapağına.
deridendi, parmak uçlarım ısınmıştı dokunurken
küçük hareketlerle sayfalarını çevirdim korkarak.
kimi silik, belli belirsiz harfler, isimler vardı.
her isimde bir hayat hikayesi.
İbret vardı.
okudukça ağırlaştı defter,
çoğaldı isimler, arttı sayılar
okudukça kayboluyordum sayfalarda.
İsimler gırtlağımda boğumlanan
ölü isimlerdi, ruhları olan.
kadınlardı, çocuklardı çoğu.
ölmeden önce sevdiklerini rüzgâra fısıldayan
masum insanlardı.
ruhları tüyden hafifti, rüzgârdandı.
Rüzgâr bir esinti halinde,
gelip okşadı sıkıca tuttuğum defteri.
içine sızıp isimlerinden masumların ruhunu
çığlıklarıyla birlikte alıp döktü taşların içine.
çığlıklar, zamanla taşlarda dinip
kendi yüksekliğinden sese indiler.
sesten de fısıltıya, sonra tamamen suskunluğa dönüştüler.
ruhlara, seslere gebeydi
ve isimlerle mühürlüydü her taş.
Sesler gömülüydü her taşa
ve taşlardan dışarı çıkamazlardı elbette
çıksalar da, kimse duyamazdı, göremezdi artık.
herkes sus(turul)muş bir ölüydü.
“Taşlar zamanla levhalar halinde
birbirlerine yaslanıp eklendiler üst üste.
duvarlar ördüler kat kat
etnik motifleri göz göz işlenmiş duvarlar.
2
Sonra kâhin “gel” dedi bana.
bir karanlık içinde yükselen
ve her yeri gören bir yere götürdü beni.
yerden bir avuç toprak aldı
ceplerinden de rengarenk taşlar çıkardı.
avuç içiyle birbirine kardı.
taşta bir şekil oluştu.
yüzler belirdi, taşlara bakıp görüyordu onları.
kollarını yukarı doğru kaldırıp fırlattı göğe doğru.
ruhlar rüzgâra karışmıştı.
Sonra işaret parmağını uzatarak ‘bak’ dedi, ‘bu uçsuzluğa’
uzakları işaret ederken aslında
bulunduğumuz yeri de tarif ediyordu.
“işte bu/orası, Anatolia.
burası adlar mezarlığı.
*mezarlıklarda mezarların üstünde de taşlar vardır, sıralı.
kimi taşlarda adlar vardır, mermerlere el yazmalı.
kimi de tahtalara, kimi de rakam olarak.
içi boş ya da isimsiz taşlar da vardır.
içlerinin dolması için ölüleri sessizce bekleyen.
yüzleri, yüzü gülmeyen taşlardır bunlar” dedi.
“taşların yüzü mü?” diye mırıldandım şaşkınca.
Devam etti;
“göğe asılmış bir yeraltı,
harfleri tersten yazılmış adlar diyarı.
herkesin b/taşında duran ölü bir zamandır Anatolia.
ki zaman eğilir burada,
bazen bir an bin yıl sürer,
bazen bin yıl bir an bile etmez.
hiçlik ve sonsuzluk aynı yerdedir.
kimse buraya isteyerek gelmez.
defterin kapağı kapılar
her yere açılan ve her yere kapanan,
hem vardır hem yoktur.
üzerinde *‘açan pişman açmayan pişman’ diye yazar.
gelenlerin ayak izleri yoktur.
gelen her ad önce yüksek sesle bağırır,
sonra fısıldarlar.
Pencereleri bakışlara geçirgendir
her yer karanlıktır ama görünürdür.
aydınlıktır ama her yer/e kördür.
hem gölge hem şafaktır, hem aydınlık ve alacakaranlık.
hem ses vardır hem de sağırlık.
içerideyken dışarıdaymış gibi, hiç girilmemiş gibi
dışarıdayken içerdeymiş gibi, hiç çıkılmamış gibidir.
burası her şeye hem çok yakın hem de uzaktır.
buradan her yere gidebilirsin ama varamazsın.
bir adım atarsın bin adım geri düşersin.
ama yine buraya dönersin.
bu bir döngüdür, yalnızca içte hissedilir.
ruhları çağırır burası, ruhlar da isimlerini.
kayıp dillerde anlamları vardır isimlerin.
isimler aydınlık gibi dağılmıştır her yere.
her harf tutuşmuş yanıyordur.
anlamlar da yanıyordur artık.
mabedi aydınlatır anlamların ışığı.
Lakin,
insanlar yok pahasına öl(dürül)ürler
işte o zaman buraya gömülürler.” dedi.
Sonra;
“Anatolia herkestir.
içine ruh giren taşlar kendi kurdular Anatolia’yı
ve en ortasındaki bu mabedi.
mabet herkesin kendi (taş) kalbidir.
ucuz ölümler ülkesi’nin kalbidir.
kalp çarpar ama yaşamaz.
ölülerin saydam mabedidir çünkü.”deyip
iç çekerek eğdi başını.
sustu.
ben de sustum.
susmuştuk, suskunluk ölümdü.
ve ölüm taşların içinde bir sessizlikti.
sessizlik her eril gövdede, taş kalpli bir mezarlıktır.
Sonra yine parmaklarıyla uzakları işaret edip
“git” dedi “hiçliğe.”
“git ve var kendine.”
3
Yürüyüp kâhinin işaret parmağından
süzülerek indim
‘ucuz ölümler ülkesi’ne.
bir parça aydınlık gördüm, girdim içine
sisler ve içine aydınlıktan pullar serpili
derin dehlizlerde yol aldım,
her yandan yüzüme ruhlar çarpıyordu.
yürüdüm,
yürüdükçe adımlarımdan düştüm geriye.
dönüp baktım arkama, adımlarım yoktu.
sonra mabedin duvarlarına baktım.
içi görünüyordu.
üstünde meçhul yazılar vardı.
Gittim şehirlere vardım.
sokaklarda yürüdüm.
insanlar gördüm, göz göz evler, ev ev aileler,
yersiz ve yurtsuzlar, kalabalıklar.
gördüğüm yeni taşlarda yeni isimler yankılandı.
vurulan kadınlar vardı sere serpe yerde kan içinde yatan.
çığlıkları göğün çeperinde süzülen kuş çığlıkları gibiydi.
bir kurşunun göğün çeperine çarpıp düşmesi gibi
düşüyorlardı üzerime.
Korktum ve üzüldüm, dudaklarım titredi.
O an kulaklarımda sesi uğuldadı kâhinin.
“bu ülke” dedi, “işte bu ülke
düşüncenin öldüğü taşlar ülkesidir.”
“adları ve al yüzleri unutulanların ülkesidir.”
Etrafıma baktım uzunca, sonra göğe.
rüzgâr, ölü isimleri savurdu üstüme.
Gittim geldiğim yere,
geldim gittiğim yere,
vardım taşların içine.
Güney****
*Mezarların üstüne sıralı bir şekilde bırakılan sıralı taşlar: Bir ritüel İbrani kültüründe ölenin ziyaret edildiği anlamını taşır.
mümkün olduğu takdirde ölenin yaşadığı yahut beraber zaman geçirilen yerlerden alınarak mezarına bırakılır. taş bırakmak unutulmadığı anlamına gelir.
diğer bir yaklaşım ise ölenin ruhunun mezarın etrafında beyhude gezmemesi ve yerine oturabilmesi içindir.
*Açan Pişman Açmayan Pişman Mağarası:
Diyarbakır Ergani'de neolitik devrin izlerini taşıyan, göçebelikten yerleşik yaşama geçilip tarıma ilk başlanılan yerler arasında bulunan Çayönü Höyüğü arkeolojik kazılarla tarihe ışık tutmaya devam ediyor. Bugüne kadar yapılan arkeolojik çalışmalarda birçok bulguya ulaşılmış ve bölgede yapılan çalışmalar halen devam etmektedir. Binlerce yıllık tarihi bir geçmişi olan Ergani ilçesinde bulunan bu tarih hakkında zaman zaman birçok rivayetten de bahsedilmektedir. Bu rivayetlerden biri de yine ilçede bulunan ve Makam Dağı olarak bilinen Zülküf Dağı’ndaki mağara, diğeri ise Kikisan Vadisi’nde bulunan “Açan Pişman Açmayan Pişman” kapıları.
Zülküfil Dağındaki Rivayet:
Rivayete göre Zülküfil Dağının kuzey yamaçlarında bulunan bu mağaranın kapısı, dağın kuzey yamacındaki keskin kayalıkların içinde bulunduğuna inanılmaktadır. Kapısı kemerlerle bağlanmış bu yerde çok eski krallara ve bu şehri yöneten beylere ait gizli hazinelerin bulunduğu söylenmektedir. Kapı yerine kemerin alt kısmı tahminen iki, iki buçuk metre boyunda ve bir metre eninde büyük bir taşla kapatılmı00ş bulunmaktadır. Bu yekpare taşın üzerinde eski yazı ile “açan pişman açmayan pişman” ibaresi yazılı bulunmaktadır. Bu ibarenin vermiş olduğu korku ve dehşet yüzünden henüz halktan hiç kimse burayı açmaya cesaret edememiştir. Bunun bir efsane olduğu sanılmaktadır. Ancak Zülküf dağındaki yalnız rivayet olsa gerek çünkü kapıya dair herhangi bir iz yoktur.
Bakınız: https://www.mucadelegazetesi.com.tr/diyarbakirin-ilginc-magaralari-acan-pisman-acmayan-pisman




