Ucuz Ölümler Ülkesi Anatolia 7
“İnsanlık, çok fazla gerçekliğe dayanamaz.” T.S. Eliot
Görsel, işitsel iletişim ve çizgi yayınlar ile ilgili nostaljik öyküleme- 1
1
Henüz, çizgi dünyamızda resim defterlerine el ele tutuşan
anne baba ve kardeşlerin mutluluğunu çizmeyi öğrenirken
‘şahin tepesi’ne kurulu köy okulunun
sınıf duvarında asılı mevsim tablosunda büyürdük.
‘kartallar yüksek uçar’dı
kardan yolları kapalı hayal meyal hatırladığım, kış günlerinde
dünyaya açılan tek pencereydi radyolar.
sonradan çokça öğrenmiş olacağım
darbe günlerinden kalma bir alışkanlıkla
haberleri çokça dinlerken, bazı saatlerde
erivan radyosu’nda dinlerdi babam.
günün diğer zamanlarında bitlikte türküler dinlerdik hep.
O güzelim zamanların giderek grileşen günlerinde
askeriyenin yönetime el koyduğunu (ne demektiyse o)
‘taş devri’nden kalma boğuk ve uzak bir sesten
duymuş olacaktık radyodan.
dedemlerin vardı, onların yanına
şehre taşınınca biz de almıştık tv.
TRT vardı bir tek.
sonraları sık sık izlemiş olacaktık.
göç mevsimiydi, göğe her baktığımda kuş sürüleri vardı.
bir de hapishanelerden uçurulan uçurtmalar vardı.
her şeyi vuruyorlardı,
annem, -bari ‘uçurtmayı vurmasınlar’ der dururdu.
Çocuktuk, yeni yeni keşfederken dünyayı
o dönem tüplü tv'lerde pişerdi siyah beyaz mutluluk.
ve ama şimdikinden daha renkliydi dünya.
çoğu benden çok önce doğmuş
filmler, diziler, çizgi roman kahramanları varmış.
büyüdükçe daha iyi keşfedecektim bu dünyayı.
2
Nedenini sonradan öğrendiğim,
uzak bir şehrin elektriği olmayan
bir köy okuluna tayini çıkınca babamın,
dört elle yine sarılmıştık koca koca pilli radyoya.
ilkokulun beyaz yakalı siyah önlüğünde hecelerken hayatı
özellikle arkası yarın tiyatrolarını çok severek dinlerdik.
hep merak ederdim o küçük kutu içindeki dünyayı.
sevenlerimiz de çoktu, etnik yapımızdan değil,
doğulu olduğumuzdan soğuk davrananlar da vardı.
Köy muhtarı ve traktörü olan bazı zengin köy aileleri
özellikle yılbaşlarında motor aküsüne bir şekilde bağlarlardı tv’i.
bizi de davet ederlerdi, sevinçle giderdik.
Müzik dersinde ibo’nun ‘bir kulunu çok sevdim’ şarkısını
ilk kez dinleyip aşık olduğum ‘leyla’dan sonra yeni geldiğimiz bu köyde
ferdi babanın yanık sesiyle susayarak ‘köy çeşmesi’ne indiğimde
bir çocukluk aşkımı daha yaşamış olacaktım.
Birkaç yıl sonra memlekete dönünce
tv ile olan maceramız devamlılık arz edecekti bu kez.
her ne kadar yine farklı yerlere tayini çıksa da babamın
tv’de bu kez kesintisiz devam ediyor olacaktı hayat yayınımız.
3
Ağaçlar içinde çatılı ‘küçük ev’de her bölüm sonunda
iyi geceler deyip lambaları aynı anda söndürüp uyurduk.
O zamanlar adı daha ‘pembe’ konmamış
ve henüz marka nedir bilmediğimiz
amerikan tipi dizilerdi kapitalizm.
herkes kötülüğü ceyar’dan bilirken
boby ile pamela güzelliyordu bu hayat tarzını.
lucy ise en sarışınıydı kalplerin.
Hiç deniz görmemiş çocuklardık.
çay balığı dışında da balıklar olduğunu
flu bir hatırlamayla şimdi,
‘flipper’i severek izlerken öğrenmiştim.
‘charlinin melekleri’ kısa kısa etekleri
ilk öğrendiğim tekerlemeydi.
Uzun ‘flamingo yolu’nda okuldan döndüğümüzde
‘lassie’i izledikçe perçinlenecekti hayvan sevgimiz.
çok ‘neşeli günler’di.
‘aile bağları’mızı güçlendiriyordu aynı odada
karşısına geçip tv izlemek.
Annemin hazırladığı ikramlardan anlardım
‘uğurgiller’in bize geleceklerini.
hatta deniz olsaymış ‘çiçek taksi’ yerine kesin
‘aşk gemisi’ ile gelirlermiş.
‘kara şimşek’e sığmazlardı.
‘ferhunde hanımlar’ın ve bazı diğer komşuların da
‘kaynanalar’ı da ‘bizimkiler’de buluşacaklarmış.
‘kuruntu ailesi’ dediğimiz
‘perihan abla’lar da gelirdi. -ki perihan gerçek- J
sevilen komşularımızdı ‘cennet mahallesi’nin ‘altın kızlar’ıydı hepsi.
edilecek sohbetleri ‘çocuklar duymasın’ diye
‘susam sokağında’ ‘edi, büdü’ ve ‘kırpık’ ile
oyun oynamaya gönderirlerdi bizi.
biz de ‘olacak o kadar’ deyip fırlardık dışarıya.
o ara ‘çiçek abbas’ kırmızı minibüsü ile
kornaya basa basa geçerdi önümüzden
sıkı ahbaptık komşu çocuklarıyla.
ağır abimiz ‘tatar ramazan’a kadir eder inanır’dı/k hepimiz.
arada ‘al yazmalı selvi boylu’ kamyonuyla uzaklara gidip gelirdi.
çok yakışıyorlardı birbirlerine, bir de ‘devlerin aşkı’nda ikisi.
'Baba' demişken marlon ve al pacino gibi ustaları da es geçmemek lazım.
O tipte adamlar da vardı kasabamızda.
Ve kasabamızın sinemasına bruce lee’nin filminin geldiğini gördüğümüzde afişlerde
hayal kırıklığı yaşadığımız, çakmasını izlemenin keyfini de çıkarmaya çalışırdık.
idolüm dü o, küçük dayım -ki iyi ‘arkadaş’tık da- ve yılmaz güney.
ki öldüğünde ‘umut’ ile ‘yol’a düştüğü görev yerinde çokça üzülmüştü babam.
dayım demişken, önce iki büyük dayımdan, sonra da ondan kalma,
hep zincir atan ‘pinokyo’ marka bisikletimle uzarken düşlerimin burnu
daha çok sevdim ahşap oyuncakları.
hiç bisiklete binmemiş mahallenin yoksul çocuklarına da öğretirdim.
ayrıca küçük dayımın renkli renkli bilyeleri vardı ve setler halinde
tommiks, teksas ve kızıl maske vb çizgi romanları, karikatür dergileri.
okumayı daha kolay söktürüyordu bize bunlar.
Her ne kadar tv de siyah beyaz gözükse de pembe panter
red kit’ten, he-man iskelator heyecanıyla ve
‘arı maya’lıyorken çocukluğumuzu
elbette jerry’iden yana olsak da
bir kedinin madara olmasını da pek sindirememişizdir içimize
‘casper ile hayalet avcılar arasında çelişkiye düşerdim hep.
Henüz bu denli kirlenmemişti dünya
-ya da çok çocuktuk bize öyle geliyordu.-
jüneyt abinin ‘uzay yolu’nda yürüyüşe çıktığı yıllarda
kırmızı pamuklu uzaylılarla ‘yıldız savaşları’ yaparken
onlara koca kayalarla şut çekebilme
ve tarihi filmlerden kalma 4 oku birden atabilme yeteneğiyle
öldürüyordu. Gerçi ‘E.T.’ i seviyordu, ilişmezdi ona.
aynı zamanda NASA’nın ve bizim uzay bilgimizi artırıyordu.
neredeyse her bilim kurgu filmleri bu filmi ilham alınarak yapılmıştı.
uzaylı film ve dizilerine rakip ise
aslında bir nevi ilk yerli ve milli dizimiz ‘uzaylı zekiye’miz idi.
4
O dönem ‘iyi’ydi herkes,
biz ‘kötü’ ve ‘çirkin’ görmüyorduk hiçbir şeyi.
‘clint’ çok karizmaydı ve hızlı silah çekerdi üstelik.
vahşi batının yüzüydü john wayne.
kovboy filmleri izlerken uzun tahta çıtaya
bir de kulaklarından tutmak için daha kısa bir tahta daha çiviler
bacak aramıza alıp koşardık.
o güzelim kovboy atlarının
bizim ülke k/uyruğundan olanlarını
at arabasında kırbaçlarken sahipleri,
kabarırdı öfkemiz ve de hayvan sevgimiz
Amerikanca cilalanan beyaz adamın iyi kavramında
haksızlığa uğramış kızılderililer gibi
birilerinin yerli apacisiymişiz hissettiğimiz ve edeceğimiz...
kötülük kaynaklı içselleşen renk farklılığı ‘köle izavra’da
‘faşo ağa’ leôncio ile arşa çıkacak olan ağlak edinimler
‘zügürt ağa’ tesellisiyle fazlaca merhamete dönüşüyordu bizde.
Güney
Tırnak işareti içine alınanlar sinema-dizi film isimleridir.




Şimdi radyo deyince aklıma ilk gelen hiç unutmadığım bir hikãye var, madem konusu açılmış anlatim, belki sen de duymuşsundur. Çünkü bu hikãye kulaktan kulağa yayılan ve nesilden nesile anlatılan kült bir hikãyedir.
Almanyadan, köye ailesini ziyarete gelen bir gurbetçi bir radyo getirir, o zamanlar televizyon ve radyo hiçbir evde yoktur. Konu komşu gelen misafire hoşgeldine giderler. Haber saati gelir, gurbetçimiz pilli radyosunu açar ve herkes başucuna oturup can kulağıyla radyo spikerini dinlemeye başlar. Lãkin adam anlattıkça anlatır, uzattıkça uzatır ve haberin de ardı arkası bir türlü kesilmeyince; köylülerden biri daha fazla dayanamaz ve der ki:
"Ero bu adam konuşmaktan bu değil mi çatladı! Adamın dini imanı gevredi budur! Saatlerdir aç susuz hiç durmadan konuşuyor, yazık günahtır! Akıl etmiyosunuz şu adama bi su getirin, bi yemek getirin bi şey getirin karnını doyursun daa!"
Şimdi olmuş sen:) Emeğinin tadından yenmiyor, kulağımızı radar gibi açmışız sonuna kadar...hem dinliyoruz hem de bu sinematik görsel şölenin tadını çıkarıyoruz.
Biz annemle bu pembe brezilya dizilerini seyrettiğimizde abim çok kızardı "bu aptal dizilerle beyninizi uyuşturuyorlar sizin!" derdi, hiç unutmuyorum onun bu sözünü...
Kalemine yüreğine sağlık. Merakla takipteyim.