Ateş Böcekleri

Ateş Böcekleri

* Burada anlatılanlar, Sevgili Nesildaşım Menekşe ULCAY ile ortak kurgulanmış bir şiirin, öyküsüdür. Öykü içerisinde bir bölümüne yer verilmiş olan şiirin tamamını görmek ve öykünün anlatımının nihayete ermesi için "Ateş Böcekleri" - Black_sky şiirini okumanızı tavsiye ve temenni ederim.

---------------------------------------------------------------------------------------

Ateş böcekleri, bir grup üniversite öğrencisi gencin önderliğinde kurulmuş tıpkı sınır tanımayan doktorlar gibi sınır tanımayan bir insani çaba olarak filizlendi. Şimdilerde mülteci sorunu yaşayan ve insanlığın yüz karası her acı tablonun bir kenarına akın eden bu gönüllüler gazeteci, doktor mühendis vb. bir çok meslek dalından genç ve yetişkinle insanlık namına aktivizm hareketleri sergiliyorlar...

Tüm Ortadoğu'yu yakıp kavuran ayaklanma ve karşı devrim propagandaları bir süre sonra Arapların hiç bilemeyeceği ancak her şeyi kaybedince uyanabilecekleri bir fırtınaya dönüştü. Adına Arap Baharı denilen bu fırtına okyanus ötesinden doğan vahşi kapitalist bir afetti. Bu süreçte bir devre damgasını vurmuş pek çok önemli isim tarihin tozlu sayfalarına gömüldüler... Hükümran oldukları devirde baskının ve zulmün sembolü olarak anılan bu isimler için geride kalanlar, şimdilerde keşke onlar başımızda kalsaydı dedirten alevli günleri yaşamaktalar... Suriye iç savaşının patlak verdiği 2011 yılından bu yana on koca sene geçti.

Burada filizlendirilen cehennem zakkumları öyle acı oldu ki tarifi çok zor...Öyle ki Ortadoğu'ya dışarıdan bakanlar, bütün bu olup bitenler esnasında ülkesinde kalıp savaşanları terörizmle; savaştan kaçanları vatana ihanetle yargılayan bir tabloyla karşı karsıya kaldılar.

Yüz yıl öncesine kadar batılı hükümran devletler dünyanın hemen her yerinden, zenginliklerini inşa yolunda milyonlarca köle devşirmiş ve zenginliklerini bu masumların emekleri üzerinde temellendirmişti. Ne gariptir ki şimdide aynı acı tat ile milyonlarca insan yine aynı yöne batıya hareket ediyor ve yine geçmişte olduğu gibi batılı devletleri daha da zenginleştirecek, çarklarda dişli olmak için atılıyordu adımlar...Bugün değişen tek şey güya kölelik sistemi kalkmıştır ve zorla alıkoymalar yok olmuştur. Görünürde olan şeyse geçmişte kaçırılan kölelerin çocukları, bugün tüm sınırları zorlayan gönüllü bir iltica serüvenine mecbur bırakılmışlardı. Neden sonuç ilişkisinin değişmediği, akışın ve zenginliğin yine batıya aktığı bugünümüzde artık köle yerine mülteci kavramı güncemize yerleşmiştir.

Mülteciler ağırlıklı olarak geri kalmış ülkelerden Pakistan-İran- Suriye-Türkiye rotasını çiziyordu. Batıya atılacak ilk adım, Ege sahillerinden şişme botlar ile denizden ya da zorlu engebeli dağ yollarının bitiminde Meriç Nehrini yüzerek Yunan sınırındaki olası açıklıklardan sızmalar şeklinde ve ekseriyetle geceleri oluyordu.

Sınırı geçemeyenler ise dünya hayatlarında bir araf'ı yaşıyorlar ne ilerleyebiliyor ne de geri dönebiliyorlardı.

İşte bizim hikayemiz tam bu sınırda ve ya sinir uçlarında başlıyor...

İzmirli Levanten bir ailenin iyi yetişmiş, iyi öğrenim görmüş bir evladı olan Cemal Baran tıbbiyeden mezun olur olmaz zorunlu askerlik hizmeti için şimdi Türk Yunan sınırında Tabip Asteğmen olarak vatani görevini icra etmekteydi.

Cemal Baran, usta birliğine katıldığı sıralarda sınırın diğer yakasında yer yer kırmızı yer yer yeşil renklere bürünmüş çadırlar kurulmuştu. Bu çadırlar iki devletin tam ortasında sınırda kurulan Ateş Böcekleri Sivil Toplum İnisiyatifinin çadırlarıydı. Bu çadırlardan birinde dedeleri mübadele yıllarında Karaman’dan Dimetoka’ya göç etmek durumunda kalan Sermin Nigarova yer alıyordu. Sermin gecenin koyu karanlığında elinde Gregor Samsa'nın müthiş öyküsüyle uykusunu arıyordu... Gregor Samsa, Kafka'nın ürkek ve kasvetli kaleminde bir böceğe dönüşüyordu... Onu en yakınları bile fark edemiyordu, Gregor Samsa şimdi ayak altındadır. Kapı aralığında, korku nöbetleriyle evinin en pis, küflü ancak bir böcek için en iştahlı köşelerine sığınmaktadır...

O gün, Suriyeli, Pakistanlı ve pek azı Afrikalı olan bir grup göçmen adeta yüzyıl savaşlarından bir sahneyi yeniden canlandırırcasına Yunan sınır birlikleri üzerine son bir çıkartma denediler ve bu girişim çok şiddetli bir karşılıkla sonuçsuz kaldı. Geride plastik mermilerle bir gözünü kaybeden Halepli Mansur, bebeği kucağında son nefesini veren Sudanlı Sona ve onlara göre daha hafif acıları olan bir kaç kemik kırığıyla gerisin geri püskürtülen diğer mülteciler kalmıştı... Pek şiddetli olan bu çatışmanın ancak sonlarına dahil olan Sermin Nigarova da başına aldığı cop darbesiyle baygın düşmüş o da Türk sınırına yakın bölgede yere yığılmıştı. Türk sınır birlikleri, geri püskürtülen yaralıları revire kaldırırken Asteğmen Cemal Baran acil müdahalenin öncelik sırasına göre önce kalp krizi geçirmekte olan Sona'ya sonrasında bir gözünü kaybeden Mansur a ilk yardımını tamamlamışken gözleri Sona'nın hemen yan tarafında baygın yatan; zümrüt yeşili gözleri ve kömür karası kaşlarıyla uykusunda bile asalet soluyan bu baygın kadına dikkat kesildi. Tuhaf, acı bir yutkunma göğüs kafesine vardığında onulmaz bir yangına dönüşüyordu şimdi...

Kimdi bu kadın?

Put misali güzelliği ve bir o kadar suskun haliyle Yunan Tanrıçalarına benzeyen bu kadın, bakımlı tırnakları, taralı saçları ve zarif, sade giyimiyle bir mülteciden başka her şey olabilirdi. Az sonra alnın, saç bitimine kıvrılan sınırından pıhtılaşmış kanı, sıcak havlu bezler ile siliyordu Necla hemşire. Sermin yavaş yavaş kendine geliyordu. Gözleri bulanık bakan ayılma evresine varmışken gözleri karşısında dimdik duran, ince dudakları, geniş alnı ve kara üzüm gözleriyle kısık kısık bakan, sivri alımlı çenesiyle karşısında duran yabancıyı görünce tekrar baygın vaziyette kapanmıştı. Yaşadığından emin olamadı. Acaba ölmüş müydü? Yoksa bu yer, Kitab-ı Mukaddeste kendisine bahşedilen Cennetin Krallığı mıydı? Eğer öyleyse bu yakışıklı da Mesih'in havarisi Azizlerden biri olmalıydı...Of ne kadarda yakışıklı ve vakur... Umarım bu bir rüya değildir... Ah Tanrım eğer bu bir rüyaysa lütfen beni uyandırma eğer ölmüşsem lütfen beni cennetinden uzaklaştırma... diye fısıldamalarını duyan

Necla Hemşire: Komutanım, hasta kendine geliyor sayıklamaları azaldı, dedi.

Sermin, baygın uykusundan ayılırken dilinde; hayır ! Hayır beni yine göremeyecekler, aman Allah’ım her an ayak altında ezilebilirim...Kendimi şu eşikten bir atabilsem gerisi kolay diyordu... Bir gece önce uykusunu kovaladığı romanın satır aralarından uyanıvermişti ve gece yaşanan çatışmaları ve kayıpları hatırlamıyordu... O romanına kaldığı yerden devam ediyordu adeta. Sayıklamalarıyla ayılan Sermin’in bu hali karşısında hayranlığı zirveye varan Cemal Baran, akışın bozulmaması için beklenmedik bir girişle karşılık verdi. Seni görüyorum Samsa, korkma ! Senin farkındayım ve üzülme ezilmeyeceksin ve tüm bunlar bu gece bitecek ! Sen, herkesin fark edebileceği bir ateş böceğisin seni görebiliyorum, seni duyabiliyorum. Ne güzelsin söyle bana sen kimsin ?

Romanla gerçeğin sınırında düşle imkânsızın bahtında bir kapı aralanıyordu şimdi. Az önce baygın bulanık gözlerle gördüğü bu yakışıklı ne Azizlerden biri ne de burası Cennetin Krallığıydı. Gerçek olan tek şey, karşıda inanılmaz çekiciliğiyle duran yakışıklı Türk Tabip Subayı ona yıllar sürecek bir tanışıklığı bir paragraf mesafesinde sunmuştu. O, kapı eşiğinde ezilmek üzere olan böceği gören ve onu ateşlendiren, ışığını fark eden bir güzellikti. Bu kaderin cilvesi, kollarına atılmış bulunulan bir aşktı hem de hiç olmayacak bir yerde ve hiç beklenmedik bir anda çıkmıştı karşısına...

Sınırın hemen ortasında yaşanan bu karmaşada yanlışlıkla olduğu izlenimi verilen, yanlış bir yerden hiç beklenmedik darbeye maruz kalan Yunan güzeli Sermin Nigarova, AB gözlemcilerinin şahitliğinde bir tutanak ile Yunan sınır birliklerine iade edilmek üzere sınırın diğer ucuna uğurlanıyordu şimdi...

Sermin’in ayakları gitmiyordu...Aklı ise bir karış havada öyle ki bu bir karış mesafedeki sıcak el, onun aklını yıldızlara kadar taşımıştı. Sermin, tam diğer karakola varmak üzereyken son anda çevik bir hamle ile geri döndü. Doğruca kamp yerine yöneldi ve kendisinden hiç beklenmedik bir çeviklikle kamp çadırını sökmeye başladı. Çok kısa bir süre sonra bir elinde sökülmüş çadırı , bir elinde termosu, sırtında fermuarı yarı açık çantası fermuar açıklığından görünen Dönüşüm romanı ile olanca ağırlığını sürükleyerek hayır aksine bir kuş hafifliğinde sekerek Türk-Yunan sınırın tam orta noktasına kadar geldi. Tam bu menzilde çadırını yeniden kurdu. Saatler gece yarısını henüz geçmişti. Gök yüzünde ise olağan üstü güzellikte bir yıldız yağmuru, yerde ise çimenler arasında kırmızı, yeşil güzellikleri, huzur telkin eden ötüşleriyle ateş böceklerinin renk cümbüşü vardı.

O an elindeki romanı bir kenara fırlatan Sermin’in dudaklarından, avazı çıktığınca bir ah ve aşk ile müthiş bir şiir peyda oldu.

“...................................................

Ey gece,

Nedir bu bağrındaki çığlıklar böyle,

Neden gözlerin yanıp yanıp sönüyor hüzünle,

Ateş böceği dersem onlara...

Peki o ateş böcekleri alevlerini nerden alırlar,

Söylesene,

Bitince ışıltıları, yükselip gökyüzüne yıldız mı olacaklar geceye ?

Söylesene ,

Bir yıldız kaç sene parlar ki koynunda?

Kaç ateş böceğinin alevini yerleştirebilirsin bir yıldızın ruhuna?

Ya beni hapsettiğin bu karanlık ,

Bir gün aydınlığı yeniden sokacak mı koynuna ?

............................................................................ “

Şiir bittiğinde her iki sınırda da gözyaşları ve alkışlar birbirine karışıyor, vicdanlarda makes bulan yankı rütbelere insan onurunu ve sevgisini silinemez karşı konulamaz bir netlikle kazıyordu. Gözyaşlarını tutamayan Yunan sınır birlikleri komutanı İonnis Avlonitis daha fazla dayanamadı. Aylarca sınırda bekletilen, hasta ve bitkin düşmüş mültecilere kapıları açtı. Sıcak yemekler ve temiz kıyafetlerle aylardır süregelen acıları bir an önce dindirme telaşına düştü. Sınırın diğer tarafında ise Türk karakol Subayı Tabip Asteğmen Cemal Baran, Yunan komutanın vicdanına daha fazla kayıtsız kalamayan bu tavrı karşısında ona bir başka jestle karşılık verdi. Yunan sınır birliklerine, Ege Rakısı, bir büyük tepsi baklava ve kokulu Edirne sabunları ile hediyeler gönderdi. Şimdi sınırın iki yakasından Zeybek havası çalınmaya ve Ege türküleri söylenmeye başladı.

Gecenin bu en güzel saatlerinde asrılardır huzur ile birlikte yaşamış iki dost halkın el ele verdiği bu yerde, yıldızlarla dolu gökyüzü altında ve ateş böceklerinin rengarenk cümbüşünde Cemal’in ve Sermin’in dudaklarında tüm insanlık tarihinin düşmanlıkları söndürülüyor, gönülleri ferahlatan bir aşk ile , insanlık yeniden ve en güzel yerinden filizleniyordu.

S(y)N

20 Nisan 2021 10-11 dakika 14 öyküsü var.
Yorumlar (13)
  • 3 yıl önce

    Nesildaşım kurgu sırasında parça parça okuduğum öykü şimdi tüm heybetiyle karşımda duruyor...yüreğine sağlık öncelikle. Bu öyküyü ne kadar hızlı bir şekilde kaleme aldığını bildiğim için ayrı bir hayranlıkla okudum...eger bu öykü olmasaydı zaten şiir olmazdı. Keşke dedim sonunda, savaşlar yerine şiirler okunsa, kurşunlar yerine geceyi yıldızlar ve ateş böcekleri aydınlatsa. Eğer dedim eğer insanlar isterse olur...olmalıdir. Çokça tebriklerimle ve her daim sevgilerimle.

  • 3 yıl önce

    Sabahı gülümseyen bir yüzle karşılatan yüreklerinize teşekkürler Menekşe ve Neva sevgiler tebrikler :)

  • 3 yıl önce

    Politik açılımlarınız bazı noktalarda eksik olsa da güzel,hayal edebildiğin her şey gerçektir şiarından hareketle, edebiyat adına keyifle okudum ,evet 93 yazında İzmir’de aynen ,tabip değil,istihdam yedek askerdim:)) Bizim ki biraz da ; gurup yorum’un kuruluşu ,o dönemin koşulları gereği ,Hasan Telci’nin tanımı ile : devrim hamallığıydı:)) Öz cümle ; bu topraklara ve insana ait ne varsa bizimdir ,bunu en önde haykırarak söylemek de şairin işidir .

    Emeğinize sağlık gençler ..

  • 3 yıl önce

    Bu arada tabii ki Sermin hanım ile dostluğumuz bir öyküye sığmayacak kadar büyüktür, Nigar ve Necla hanımlar da ; kıymetlimizdir .

  • 3 yıl önce

    hata 1 : "baygın düşmüş oda Türk sınırına yakın" düzeltme; o da. hata 2 : "saatlerinde asrılardır huzur ile " düzeltme; asırlardır.

    Öyküde ilerledikçe, üstadın; Veraset şiirindeki bir mısra yankılandı zihnimde...

    "Ninem beşyüz altına satılmış bir esirdi, Dedem beşyüz altını sayan bir derebeyi:"

    Türk'ü kabul etmekte zorlanan bu coğrafyanın kaderi ezelden, ihtimal ekvator çizgisine yakın bir coğrafyada patlayarak dünyanın büyük kıtalarında kuraklığa neden olan bir yanardağ patlaması ile doğu batı olarak şekillendi, sene belki de mö. 2000 bile denilebir, tarihini unuttum.. üzerine 2000 yıllık imparatorluk çağları, 3000 yılllık ortadoğu kökenli dinlerin kutuplaştırması ve mücadelesi ile 1000 yıllık Anadolu, Balkan, Beş Hilal Bölgesi ve Akdeniz kıyılarını içine alan bir siyasi güç mücadelesi ile birinci ve ikinci dünya savaşları ile günümüze geldi.

    Kelimeleri toparlayamıyorum zihnimde, düşünür veya toplum önderi denilen insanların eski çağ kokan düşünceleri ile günümüzde abd hegamonyası ile yerel krallıklara dönüşmüş demokrasi ve cumhuriyet rejimleri. Ki İngiltrede hala kraliçeden bahsediliyor ve ingiliz gençleri hadlerini bildirmiyorsa eski düşüncelerin, hem ülkemizdeki hem de yakın coğrafyadaki eski kuşak serseri düşüncelerin, hem de yakın çevremizde ihtiyarların çıkardığı savaşlar ve kışkırtmalarla, dolar düzeninin getirdiği vahşilik hüküm sürmeye devam ediyor.

    Tanrı biz Y'leri ve Y'ce gönüllüleri eski kuşakların hırslarında korusun, onlara kuyruk olmaktan alı koysun. Gücüm olsa elimin tersiyle iterim tüm o eski siyaset ve ideolojileri de, kelimize sürecek ilacımız yok..

    Yaşanan, yaşatılan acıların haddi hesabı yok.

    Nesildaşım ökyücümüz sensin artık. aksi olsa da arada bir harika işler başarıyorsun... kıskanmaya başladım ha...:)) Eksik olma aksi olma, hep yaz, kimi içimiz cız ederek kimi de düşünerek, kimi de vs vs okuyalım... Ulu Tengri yolunu açsın, bahtını güldürsün, umarım hedeflerini bir bir gerçekleştirirsin..

    Hooo hooo nesildaşım... ugh...:)