Dün Gece

Örterken sisten yorganını üstüne, küp küp taşlara serilmiş yorgun şehir, esir aldım onu dün gece ve ondan önceki gece ve gözümü açtığım günden beri... Belki de o beni. Dün gece ve gibilerinde ki gibi önce ben uyumalıydım. Bana haramdı ya tatlı rüyalar, istemli bir uykuda, şehir de uyumasın. Lanetimdir, eskimiş pabuçlarımın çatlak sesi, uyumasın. Önce beni uyutsun buğulu gecesinde ıslak kaldırımları, sonra kendisi zıbarsın. Zaten çokta geç kalmam bir iki fırt daha çekince köpek öldürenimden karanlık bir kuytuya yığar kalırım morarmış etimi, sızar kalırım... Ama evvela bir ses beklerim iyice uyuşmuş zihnimi patlatsın, düşüncelerden bir an kurtarsın da uyuşayım diye. Ve avazlanınca o ses, kapkara ellerimi yağlı saçlarımın altında kalan pek kullanmadığım kulaklarımı kapata kapata kaçar, kaçarım... o sesi duyunca işte o zaman annemin gittiğini bilir ve saklanırım babamdan. Bir gölge kuytu bulur sererim rezaletimi hemen oraya ve doğar babam ufuktan. Ben o sesi duymadan kapatmam gözlerimi doğar babam ufuktan saklanırım annemin silik simasına bir duvar dibinde.

Rastlantıların haricinde izlemedim ya hiç televizyon, gündüz olup da biri sırtıma vurunca bir mağazanın önünden kalmıştır bu hatıram. Hani çizgi filimler de bir canavar çıkar ve çığlık atar başını göğe doğru kaldırıp kocaman gövdesini yumruklaya yumruklaya, kulakları patlatan zihni çıldırtan bir çığlıktır ya işte bana aynı o sestir bin beş yüz yıllık çağrı ve birçoğunun uyandığı o anda ben uyurum. O filmler de masumlar kaçarlar bir karmaşa anı ve kahraman gözükür sonrasında belki minareler de başını göğe kaldırıyordu ama ben masum değildim ne de kahraman. Ne de minareler canavar... Böyleydi annemle ayrılışlarım, babamdan kaçışım; hep buna benzerdi, hiçbir mahremi kalmayan bu sokakların bir numaralı yaveriydim ve hep böyleydim uzun zamandır.

Dün gece de böyle bir sonu beklerken başlamıştı vuslat. Çok lüks, lükste ne demekse, bir restoranın önünde el açmışken az hoş olmuş bir kodamana, bir beşlik attı cebinde ki en bozuk para olduğundan belki, bekli de beni es geçmemek için önceden bozdurmuştu. Aslında yıllardır görür, bilirdik birbirimiz lakin ben onu tanımazdım oda beni, o beni tanırdı eskimiş hatıralardan bende onu ama unutmuş gibi yapardık, tanımazdık... Bulunca parayı, bir hal, soluğu köşede ki büfede aldım yine. Bu gece geç kalmıştım belliydi ellerim zangırdamaya başlamıştı bile kopacak gibi duran, isteyerek hiç yutkunamayan, uzvum hızlı hızlı gidip gelirken sağ omzuma, ilk soluğu aldım huzurumdan. Huzurumu; üzümden yapıyorlardı iyi bilirdim ben, bazı mayası sert olurdu şeker kalmazdı hiç şişede bazısı yıllar geçse de yine de vakti gelmezdi ve eskidikçe kıymetlenirdi. Çokta önemli değil aslında düşünmeyince ya da istediğim gibi düşününce pekte önemi kalmaz oldu farklılıkların. Çok basit bir felsefe edindirmişti hayat bana ?Afrika'nın derinliklerinde o bilmediğim ormanda o yaşlı ağaç hiç olmadı ki yıkılsın?. Bakınca geçmişe güler insan kendine, ne aptallıklar etmişim diye. Uzaklaştıkça zamanla olaydan, önce o yıkılan ağacın sesi duyulmaz olur. Bir anı, ayrıntısız bir enstantanedir sonrada inanmamak daha kolaylaşır hatta biraz daha uzaklaştırınca hayat zamanla bizi o olaydan, artık dili geçmiş bir zaman olur o altında ezildiğimiz göçük. Kişiler ve kendinin tarafından ?öyle olmuştu dediğin? bir olay. Ve uzun süredir geçmişe bakarak yaptığım bir şey değil bu tarz. Dili geçmiş bir hayatım kalmadı zaten, hatta zamanla önümdekileri de umursamaz oldum. Tam da istediğim bir hayat. Elimde ılık bilmem ne gereksiz bir manşete sarılı yeşilin siyaha çaldığı bir şişe ve olmasa bile cevizim altmış senelik bir geçmişi olmasa da zıkkımımın ne fark eder ki bence 120 senelik ve annem ve de ben. Düşünmeyince ya da istediğim gibi düşününce ne rahattır bu hayat...

27 Aralık 2008 3-4 dakika 21 denemesi var.
Yorumlar