Fırtına Kenti

Fırtınanın uzaktan izlediği kasabanın kızıl çatılarından yere sakin bir meltemden ancak fazla; haberci rüzgarlar, kiremit tozlarını uçuşturuyordu insan kalabalığının tükendiği sokaklara. Yağmur yağacak gibi kararan bulutlar can katmak için değil besbeli can almak, yakmak için geliyordu alacakaranlığın gün batımına karıştığı ince zaman diliminde bu dört ayrı diyar yollarının kesiştiği hiç kimseci olan kasabaya. Pencerelerin, son bakışların ardından sıkıca kapandığı ve sadece birkaç aptal meraklının perde kenarından şahit olduğu bir olay cereyan etti tam da rüzgarların solmuş yaprakları artık iyiden iyiye savurmaya, bahçe kapılarındaki zillerin hızlı hızlı çalmaya başladığı anda. Gri, kirli sarı arasında, belden kemerli dedektif paltosunun altında dik bedeniyle iyiden iyiye sertleşen rüzgarlara karşı duran belki otuzunda bir adam yöneldi diyarların merkezine. Birkaç yıldırım düştü sonra. Ardından da acımasız yağmur indi tüm gücü ile yumruklarını savurarak toprağa. Biraz sürdü bu ilk şok akabinde de hiçbir göz kalmamıştı zaten pencerelerde. Kıyamet gibi çöken bu uğursuzluktan ellerinden geldiği kadar uzaklaştılar en meraklı seyirci gözler bile evlerinin içine, dibine doğru... tam iki yıldırımın sesi daha duyuldu kısa süren haşmetli yağmurun ardından ve aydınlanmaya başladı yeniden evlerin içi. Pencerelerindeki perdeleri ölesiye bir korkuyla kapanan evlerin en dip köşelerinde bile fark edilebilindi bu aydınlık. Işığın yatıştırdığı korku ve okşamaya başladığı cesaretle birlikte kapılarında aralanmasının ardından gözler hiç inanamayacakları bir olaya şahitlik edecekti ve unutacaklardı bu anı; Ne ıslaklık vardı dört ayrı diyarın kesiştiği dört yol ağzında ne de bir yaprak tanesi fırtınanın ardından sahipsiz öylece yol ortasında... Bir kaç zaman düşündü gören gözler ama sonra vazgeçti gördüklerine inanmaktan ve böylece eklendi işte fırtına kentin masallarına bu hikayede tüm olmuşluğuyla olmamış gibi anlatılarak.

15 Kasım 2009 1-2 dakika 21 denemesi var.
Yorumlar