Kayıp Ruh Koleksiyoncusu

(Gün ışığı, gürültüleri toplayıp omzuna yüklerken,utançtan kıpkırmızı kesilen yüzüyle ufkun ardına çekildiğinde, dünya gözden kaybolduğunda O' nun dünyası başlar; koleksiyoncunun.)

Gece yüzüne çökmüş, binlerce yıllık bozulmalar toplamış, kendi kendisini büyüleyen bir iksirde sarhoş olan bir demirci ustasının esrik hali sinmişti titansı bakışına.Oysa bir canavar değildi. Algılanamamıştı hiç. Hayat onu bazen burjuvanın göbeğine, bazen bir delinin yanına, bazen bir yazarın kapısına, bazen sağır bir bestecinin bahçesine savurmuştu. Sır saklamak en büyük meziyetiydi; bunda Tanrısının ona konuşma yeteneği bahşetmemiş olmasının payı büyüktü. Dilsizdi. Bu yüzden her girdiği ortamda baş köşe hep onun olurdu. Karşılaştığı her bilmecede, gözünün gerisinden, sonsuz parçasından gözlerin ötesine; sonsuza ait o parçaya konuşmayı denemiş ve her seferinde başarısız olmuştu. Hiçbir duygusu hiçbir duyusu yoktu; ruhsuzdu...

Tanrısı ikinci göz vermektense bir göze bir kaç gözün keskinliğini ve berraklığını vermişti. Tek gözlü 'Cyclops' mitosundan fırlamış bakışını piyanonun üzerinde gezdirdi.
Yıpranmış, yılların saniyelerini tek tek etrafa saçan eski ahşap saat gece yarısı olduğunu haber veriyordu.
Bekliyordu; küçük kız birazdan gelecek, sırtını ona dönerek siyah kadifeden yapılmış koltuğun ucuna ilişip, yüzyıllardır su içmemiş birinin susuzluğuyla her bir notayı kana kana taparcasına, hem herkese hem hiç kimseye çalmaya başlayacaktı...
Kalbi ölümsüzlüğü dinliyor ve sesini sadece notaların damarlarından sızdırıyor gibiydi; Wagner bu küçük dişi varlığın melodisini duysaydı, kendi bestelerinin gevşek akort edilmiş tutkular gibi terbiyeli terbiyeli sokakta gezen kedi sesindeki duygusuzluğa benzediğini anlardı.

Bu küçük kız diğer her varlıktan faklıydı; Gözüyle gören için kör edici bir sessizliği vardı. Çok nadir konuşur, konuştuğunda da tek kelime çıkardı yüzünün ortasında yara gibi duran ağzından. Kelimeleri, doğumunun gerisindeki o 'hiçlikte' rehin bırakmış olmalıydı. Yarası her açıldığında, sonsuzlukta kümelenen rehin kelimelerden birini seçip, dünyanın ortasına bırakıyordu.

Gözünün içine bakıp söylediği ilk iki kelimeydi 'Sen Koleksiyoncusun' .

Daha önce kimse O' na ismi ile seslenmemişti. Dilsiz olduğundan sağır da olabileceğini düşünüp, kimse yüksek sesle seslenmemişti. O ilk tanıştıkları anda koleksiyonunun en nadide ruhu bu küçük varlık olacağını sezmişti. Duyabildiğini anlamış; bir kaç kelime ile seslenmiş, fırsat buldukça bazı şeyler fısıldamıştı. En çok sessizliği ile gözünün gerisindeki uçurumdan bakıp öylece önünde dikilirdi, ta ki biri gelip kolundan tutup çekiştirerek götürene kadar.

Kaç yıllıktı bu varlık?

En fazla altı yıllık olmalıydı ama binlerce yıllık acı çekmiş gibi bir yüzü vardı; kimsenin çehresi yalnızlığın, onulmaz bir kederin bu küçük yüzden seslendiği gibi seslenmemiştir. İlk karşılaştıkları zaman anlamıştı bunu;
Yaşamın en kenarında ki uçurumda gezer gibi uzaktı hayata, uzaklığı yüzünden ürkütücü bir yalnızlık. Ruhunun kayalık coğrafyası küçük bedeninden sipsivri fırlıyordu. Ruhsuz olmasaydı bu küçük varlığın göz bebeklerinin ardındaki heybetin dehşetinden ruhunun aklı kaçardı.

O heybette bakışa huzur verecek dostça hiçbir şey yoktu, sıcak bir güneş yerine göz bebeğinin ardındaki gökyüzünde kanayan bir kuzey ışığı vardı; siyah bir ışık!

Rembrandt siyahın mucidi ise, bu varlık da siyah yoğunluğun benzersiz şiddetiydi.

Fazla dolu, eğik bir çanaktan dökülen su gibi ruhu dökülüyor gibiydi bedeninden. Altı yıllık zaman, acının tüm araçlarıyla işkence etmiş, bu narin bedenin çocuksuluğunu törpülemiş, kemirmiş, hiçbir acı esirgenmemiş, hiçbir işkence unutulmamıştı. Toprağı gülümseme ile yeşermemişti hiç.

Gözyaşsız, sözsüz bir umutsuzlukla sulanmış bir çocukluğun toprağını hangi Tanrı yeşertebilir ki?

Bir ağıt değdi kulaklarına, küçük kız odasında keman çalıyor olmalıydı; bu gece gelemeyecekti. Bir çok gece olduğu gibi. Tecrit edilmiş varlığın odasına kimsenin çıkmasına izin verilmiyordu. Bu yüzden kemanı nasıl tuttuğunu, salınımlarını hayal etmeye çalışsa da çabası boşunaydı.Tek gözünü kapatıp tüm dikkatini sese verdi..

Kemanla yaydığı melodi, çığlıksız bir ağıt tapınağıydı. O' ndan başka herkesin sağır olduğu, duyulamayan ağıt.

Gün ışımaya yaklaşırken, melodi hırıltılı bir kekelemeye dönüşüp sustu...

Gün ışığı kalın perdelerin kıvrımlarına düştüğü sırada gürültüye açtı gözlerini. Betimsiz denebilecek üç kişiyi buğulanmış gözü yüzünden seçemiyordu. İçlerinden birinin sesini tanıdı, ses tıslayarak bir şeyler söylüyordu. Zeminin sallantısını iliklerine kadar işittiği sırada anlar gibi oldu. O' nu götürüyorlardı...

Gözüne, merdivenin başına dikilmiş küçük kızın çıplak ayakları ilişti. Aynı anda tüm evreni ortadan ikiye yaran bir çığlık koptu. Küçük varlığın, zamanı büküp eğen 'an' a dehşet gibi asılı kalan çığlığı, betimsizlerin kulaklarını tıkamak için O' nu ellerinden bıraktıkları sırada yüzü antika konsolun sivri köşesine kapaklandı..Gözünü baştan sona geçen bir yarığın sızısı ve dipsiz bir çığlık.

Ses uzayıp girdaba dönüştü.

Geldiği yere sonsuza doğru çekildiğini hissetti. Küçük kızın çırpınan görüntüsünde, zaman kavramı karanlığın içinde son ışık huzmesini de yutarken tüm dünya karardı..

.....


Aşina, aynı zaman da yabancı bir melodi...

Ses evrenin en uzaklarından yakınına doğru gelip yüzüne çarpıyor gibiydi. Nefes alması gerekiyordu. Gözünü yavaş yavaş açmaya çabaladı.. Kısık bir ses, anlaşılmaz bir şeyler mırıldanıyordu.
Sesi tanımak için tüm dikkatini topladı.
Sesin yerine melodinin tınısına odaklanırken açıldı gözü.
Yüzüne eğilen narin, kırılgan, bir elinde keman. Diğer elinin parmak uçlarıyla gözünü baştan sona yaran yarığı okşayan yabancı dişi bir beden. Saçlarının fonu sonbaharın tüm tonlarını içine hapsetmiş kadar doğal, kasvetli dağ başları kadar yalındı. Yüzünde gözünü gezdirdi; yüzünün ortasında incecik bir yara gibi duran bir ağız ve yara kenarında kan pıhtısı sarhoşluğuyla kristalleşen kıvrım.
O' na gülümsüyor muydu? Oysa kendini çözülemez bilmece zanneden her sima kendine gülümserdi. Koleksiyonunda ki hiçbir kayıp ruh O' na gülümsememiş, O' nu duymamış, O'na seslenmemişti.. Kendi koleksiyonunda kayıp bir eskiz gibiydi.

Dişi beden:

''Beni hep duyduğunu biliyorum'' diyerek seslendi.Fısıldayarak söylemişti ve şimdiye kadar duymadığı bir ahenk, işitmediği sonsuz bir melodiyle, kemanıyla sesleniyordu ardındaki sonsuzluğa...

İkiye yarılmış gözünü, bedendeki göz bebeğine diktiği o an da gördü; göz bebeğinin gökyüzündeki kanayan siyah ışığı! Tüm ihtişamıyla O' na bakıyordu.
Ne olmuştu küçük kıza? Zamanın hangi eğiminden baş aşağıya yuvarlanmıştı? Tüm sesler, tüm anılar, tüm kayıp ruhlar üzerine çullandı. Bir tünelin içinden geçer gibi seslerin, görüntülerin içinde süzülüyordu. Her şey karmakarışıktı.
Çok net ,berrak bir ses duydu. Gözünü açmadan önceki duyduğu son ses, önce parça parça, sonra belirgin bir tonda cümleler bir araya gelip zamana düştü:

'' GÖZDEKİ SONSUZ'' adlı 17.YY zamanına ait müzayedemizin en nadide parçası olan bu AYNA , ' KAYIP RUH KOLEKSİYONCUSUNA AĞIT' isimli benzersiz bestenin bilinmeyen sahibi tarafından takas yoluyla satın alınmıştır''
....


Kübra Dejdobegoviç
20.01.2015

21 Ocak 2015 7-8 dakika 11 denemesi var.
Yorumlar