Ucuz Ölümler Ülkesi Anatolia 7 / II
Görsel, işitsel iletişim ve çizgi yayınlar ile ilgili nostaljik öyküleme- 2
1
Gün erken biterdi küçük kasabalarda.
zaman ağır ağır öldürülürken
gündüz kepengi indirilen çarşılarda tedirgindir şehir.
özellikle yarı karasal kimi kışlarımız sert geçerdi.
havalar sıkıyönetim ve OHAL ile daha soğudukça
sınıfta asılı o mevsim panolarınkinden daha soğuk olurdu kışlar.
üşürdük.
yeşilçam’ın hayatın yoksulluğunu işleyen filmlerinde
izlerken (gibi) kendimizi
lastik çizmelerle gittiğimiz okul ‘yol’lunda
kuru ayaz gelip işlerdi içimize.
bazen hiç hissetmezdik ayak uçlarımızı.
üşürdük.
Gün batımları telaşlı eve dönüşlerde
çatışmalı akşamlar yerini 'karartma geceler'e terk ettiği
toplumsal yalnızlıklarda, daha bi yalnızdık...
sokaklarda bazen itler bile gezmezdi.
İhbar düşen gecelerde, bazı onları da vururlardı.
bazen sokaklarda aylak aylak dolaşır
evlerin duvarlarına çarparak yankılanırdı havlamaları.
hangi evin ışığı geç söndü,
hangi çocuğun düşleri özgür
radyodan cızırtılı bir marş eşliğinde
kulaktan kulağa yürürdü postal sesleri
babam sigarasını söndürür
annem perdeleri kapatırdı.
gece, bir kez daha üstümüze kapanırken
herkes içinden, tanrı’yla konuşurdu.
dersler varsa yapılır, kitap okunur ve sonra yine tv karşısına geçilir
en çok haberler dinlenir sonra varsa film izlerdik.
nedense acıklıydı hep türk filmleri.
yeşilcam’dan dört yapraklı gonca açardı evlerimizde.
ha babam sınıfı, zeki alasya metin akpınar,
inek şaban, ilyas salman gibi yerli filmler kadar
cosby ailesi gibi yabancı dizileri çok sever ve çok gülerdik.
her ne kadar nefret kussak da, ‘rol icabı’
kötü olsalar da efendi J insanlardı
tecavüzcü çoşkun, erol taş, nuri alço.
film bitince bir parça buna inanarak rahatlardık.
ama ailecek izlediğimiz bazı filmlerde,
kötü adamlar kirletince dünyayı
ya da es kaza bir öpüşme sahnesinde
annemin leçekli beyaz sesinde;
‘ev çîye lawo, çi fedî, çi heya.
tüüh ji vanara, xwli li sere wan bê’
deyip kızıp öfkelenir, sövüp sövünerek
ekranın yüzüne tükürdüğünde
herkes kendince mahçup olur
henüz tv kumandası icat edilmediğinden
oyalı tv örtüsüyle örter,
üstünü kapatırdık mevzunun
ve gecenin karanlığı ile uykumuzu.
2
Mork & Mindy zaman kapsülüyle ‘geleceğe dönüş’ çağlarında,
‘öyle bir geçer(miş) ki zaman’
hatıralar charlie chaplin’in sessiz filmleri gibi
şimdi canlanıyor gözlerimde ve hep öyle sürecek olan.
Her ‘susuz yaz’ tatillerinde dedemlere gelirdik.
dedemlerin evleri yüksekçe ve korunaklıydı
gece damda uyurken ya yıldızları, dolunaysa ‘mavi ay’ı izlerdik.
kalabalıktı ‘dedemin insanları’.
Bazı zamanlar gelen yeni filmleri izlemek için
yazlık sinemalarda bir gazozu içmenin yaşama sevinci içinde
çabuk biten şişenin hüznünde
her film ki öğretici bir hayat dersi olurdu bizim için.
Parasızlık zamanlarıydı.
‘bir zamanlar amerika’da ‘devlerin aşkı’ liz’in
ayak bastığı yerde filizlenen petrol yeşili hayalleri
kendi arazimizde, üzüm bağlarımızda
bulma ihtimalimiz yoktu
ama genç teyzem ve arkadaşlarının
en yakışıklı düşleriydi james dean.
ve bir de elvis presley.
Bense hep çocukluğumun o erken zamanlarında
gerçek sanırmışım aşk filmlerini.
ve en barışçıl eylem sayardım
esas oğlanın esas kızla öpüşmesini.
‘örümcek adam’ ağlarını sayfalardan atarken sinema perdesine
hayat da her seferinde güzel bir kız ile çorap örüp duracaktı başımıza.
öyle ki, çok sonradan öğrenecektik,
uğruna dua etmeyi öğrendiğimiz aşkın
içimizdeki en devrimci hayal(kırıklığ)imızın olacağını.
Yaşımız büyüdükçe isteklerimiz, hedeflerimiz beliriyor, çoğalıyordu.
ellerimiz, cebimizdeki baldırı çıplak parasızlığa dokunurdu hep
‘süper baba’mın ve hulusi kentmen sıcaklığıyla
dedemin emekçi ve emekli harçlıklar
aldığımızda mutlu olurduk.
‘beynelmilel’ bir adamdı dedem.
ramazanlıkta ‘iftarlık gazoz’lar alırdı,
ben ‘limonata’yı daha çok severdim.
malum zamanlarda bi ara içeri düşmüştü,
bize ‘7. koğuştaki mucize’yi anlatırdı.
benim ilgimi en çok, ‘yusuf’un koğuş duvarında
gördüğü dallarına 'çalı kuşu'nun konduğu‘ahlat ağacı’ çekerdi.
ağlarmışım...
3
Eski bir kasetçalarımız vardı, herkes gibi.
rec+teyp tuşlarına basarak
kaydettiğimiz sesimiz giderek çatallaşıyordu, büyüyorduk.
her şeye inat evlerden sokaklara yayılıyordu ‘başkaldıran’ dizeler.
sokaklar ki ‘hayat bilgisi’ydi hepimiz için.
sınıf bilinci, eşitsizlik, etnik ve dil bilincinde
‘neden böyle’ diye sorular sormayı öğrendikçe, sorguladıkça
siyasi abilerimizin sonraları faili meçhule dönen kuçelerde
kelimeleri örgütleyerek hep bir şeyler anlatırlardı fısıltıyla.
Hayatın temaşasında, söylenceler, izlencelerle geçip giderken zaman,
aldığımız her aşk yenilgisinde, ezberimize aldığımız
ahmed arif şiirleri, ahmet kaya ve müslüm babanın
şarkılarıyla sudan çıkmış bir arabesk balığın teşbihiyle
yaşayarak öğrenirdik hikayeci anlatıları.
şarkılarda ‘acılara tutunarak’ yaşasak da
açmazlarımız da oluyordu elbet ama
iyi insan, idealist insan, erdemli ve faydalı insan idi gaye ve gayretimiz.
kulaktan dolma bilgilerimizde spartaküs, marx, che, yılmaz güney,
anthony quinn bilali habeş’in ‘çağrı’sında karışırken birbirine
ninemin yüzümüze üflediği fatiha’yla
daha bir yücelirdi içimizdeki tanrı aşkı.
4
Gazete eklerinde ses ve kelebek ile takip etmeyi de
ihmal etmezdik magazin haberlerini.
‘acun her yerde’ydi ve sayesinde gezerken dünyayı
kabareler, sitcomlar ile daha bir alacalandı ‘vizyontele’ler.
eurovision şarkı yarışmasında ‘metin milli’ iken sonunculuk
ergenlikten gençliğe ilk milli adımları atılan
fotojenik aylık yetişkin dergilerden
kent sinemalarında erkeklerin rüyalarını yad eden yetişkin filmlerde
sektörün emektarları arzu okay, mine mutlu, zerrin egeliler’in
çokça izlenirdi ilaçlı içeceklerle kendinden geçmiş heyecanların
arada elyaf yastıklı müstehcen filmleri.
Millilik, 8-0 lık milli bir hezimetin de adıdır.
her ne kadar kulüp bazlı olsa da
fenerin, 40 yıldır sahasında yenilmeyen manchester’ı
dumura uğratırken,
GS şampiyonlar liginde monaco zaferiyle yarı finale kalıp
steau’ya verilmeyen golüyle elense de
‘dar alanda kısa paslaşmalar’ yaparak
2000’de UEFA ve ‘süper kupa’ kazanacağının habercisiydi.
Ama gelin görün ki 2002 dünya üçüncülüğünü saymazsak
o gün bugündür ‘tabutta rövaşata’ ülke futbolu.
5
serde ‘kavak yelleri’ estiği,
zamanın ‘rüzgâr gibi geçti’ği o yıllarda
‘hayat ağacı’nda artık iyice sıyrılırken çocukluğumuzdan
giderek sarışın kızları seviyordum ben.
böylece izlediğimiz filmlerde ilgi alanımız
yeni ve farklı önceliklere kaymış oluyordu,
artık yeni yeni keşfediyorduk kızların
başkaca güzelliklerini.
‘Sevmek zamanı’ydı, o zamanlar yereldeki kızlara
henüz tamamen arz olamamışken kalbimiz.
bütün dünyamız, tv’deki o güzelim kızlara aşık olmaktı.
‘Ve tanrı kadını yaratmıştı’
filmlerdeki artizlerinin öpüşmesiyle öğrenmiştik
süreal fanteziler kurmayı.
şehveti onlar öğretmişti bana
ve bu konuda en az benim kadar suçluydular
çünkü her seferinde düşlerimizi süsleyen sarışın bir güzel
ha bire arzularımıza hormon sıkıp duruyor,
kıtalar arası nükleer başlıklı füzeleriyle
ergen hayallerimizin tam içine düşüyorlardı.
brigitte gibi güzelliğiyle nefes kesen bir kadını
üryan görmenin hayali, kimi alt yazılı senaryolarda
sanki türkçeye çevrilen amerikanca bir icattı.
Biz doğmadan göçmüştü marlyn monree
brooke shields ile ‘mavi göl’de sıfırdı
ıssız bir adaya yalnız düşme olasılığımız.
hele ‘öldüren cazibe’siyle ‘kim basinger’ ile sev(iş)me hayali,
ki bu hayal ‘emmanuelle’ ilhamıyla süslenen gece uykularında
ön sevişmeyle girerken acemi yatağımıza
sabaha karşı neredeyse ‘dokuz buçuk hafta’ süren
memeli rüyalar görür, uyanınca kürtçe utanırdık. J
Hiç ‘ahlaksız teklif’ almamış olsak da
‘varolmanın dayanılmaz hafifliği’yle
‘temel içgüdü’lerimize yenildiğimiz bir kadın ‘grinin elli tonu’nda
süslüyordu arzularımızı.
Uzun namlulu bakışlarla ‘berlin in berlin’e değin izlenen sahnelerde
‘tapılacak kadın’dı ve hülya’larmız çok ‘aşk-ı memnu’nken,
‘fatmagülün suçu ne’ydi bilmesem de
bağrımıza bastığımız behlül, bihter ile boynuzlarken amcasını
biz hep mazlum!dan yanaydık.
Okulda, okul çıkışlarında
bazı kızlar, bir kamyonun kör noktasınca gibi
bizi görmezden gelip önümüzden geçerlerken
bahar gelmiş, açılan çiçekler gibi
biraz kısa etek giyinmişse biri,
‘vay anasına be!’ deyip ne çok heyecanlanırdık.
varsa uzaktan sevdiğimiz, ‘benimkidir’ deyip
herkese yayardık platonik aşkımızı.
teneffüslerde ya da okul çıkışlarda köşelerde beklerdik.
bir türlü beğendiğimize yaklaşamaz, konuşamazdık.
al elmalar gibi kızaran yanaklarda
kendini ele verirdi masumiyetimiz.
arkadaşlarıyla konuşurken acaba ne konuşuyorlar diye hep yabancısı kalacağımız o dudakları okumaya çalışırdık.
hep sorardım kendime, ‘neden zordu bir kıza yaklaş(ama)mak’
bizim bir kız ile el ele tutuşmak hele hele öpme ihtimalimiz.
‘kelebeğin rüyası’ymış bizim dudaklarında eriyen yanılgımız.
‘yalan rüzgârı’yla geçilen virajlarda savrulurken yer yer,
bazen michael jackson’ın dans figürlerine karışan
pop bir ‘gerçeği arayış’tı bizim sürreal acemiliğimiz.
sonra ensemizi kaşıya kaşıya ‘kaybedenler kulübü’ne giderdik.
orda izlediğimiz havalı hollywood gençlik filmlerinde
esas oğlanın esas kızı öpmesi hiç sancılı ve hiç arabesk değildi.
gerçi bize göre o babyfast çocuklar çok artisti.
ve ‘hayat ağır roman’dı ve nedense şivemiz kadar kırıktı bize...
Seviyorduk, uzaktan izler, takip eder, ona asılan, yanaşan
biri olunca kavga olurduk.
‘kabadayı’sı bol bir memlekette yaşamanın ‘ezel’i sorunları vardı.
‘avrupa yakası’nda laleli tarafına rus rüzgârları eserken
‘kabadayı’lar ‘arka sokaklarda’ pusu atardı ‘kurtlar vadisi’nde.
herkeste ‘memati’ye dönüşürdü bakışlar.
Gidişler çağıydı ve kopuşlar, bırakışlar, kaçışlar, arayışlar
‘dönersen ıslık çal’acaktı gidenler.
ekilen yağ tenekelerinde açan
annelerin hüzünlü gülücüklerinde
beklemek ve düşünmek ‘güzel şey, ümitli şey’di.
ismi değiştirilmiş ve eksiltilmiş h/lafızalarda
‘eşkıya’ya çıktığı için adlar,
kimse kolay kolay dönmeyecekti gittiği yerden...
oysa şiddete meyletmiş ülkenin eksen eğikliğiyle
durmadan hep döner-di şerefsiz dünya...



....yani , ne günlerdi be... Deselermiş ki güzel günler bugünler , inanmayacakmışız içindeyken güzelliğin ; dışına çıkmamız şartmış.