Anne Ben Geldim

Çocuk, o gün nedense evden çıkmak istemiyordu. Uzun zamandan beri ilk kez en huzurlu uykusunu uyumuştu. Güneşin bir kristal vazo gibi doğduğunu ilk kez görüyor gibiydi. Oysa yıllarca sabahları hep başka türlü beklemişti. Odanın içinden çıt çıkmıyordu. Annesinin yer minderine usulca ilişip elinde tespihi ile mırıl mırıl dua okuduğunu görünce bir tuhaf oldu. Bu durumdan öylesine etkilendi ki bir müddet kendine gelemedi. Çocuksu bir şekilde göz kapaklarını ovuşturarak yatağına oturdu ve annesinin ellerini tuttu. O'na tarifi imkânsız bir minnet ve merhametle bakıyordu. Kolay değildi... Tam yedi yıl boyunca kendisi yüzünden hak etmediği birçok acılara, sıkıntılara maruz kalmıştı. Biraz daha öylece kalsa ikisinin de gözyaşları sel olup birbirine karışacaktı. Bunu fark eden annesi usulca kalkarak odadan çıktı ve bir müddet sonra sofadan tozlu bir ses yükseldi!

'Oğlum üç gündür yatıyorsun, dışarı çık biraz dolaş...'

Annesinin bu telkinini duymazlıktan geldi ve hiç sesini çıkarmadı. Çocuk düşünüyordu. Ne düşündüğünün farkında bile değildi belki ama kafası çok karışıktı.

Üç gün önce bir şubat gününün sabahına doğru inmişti trenden. Tren simsiyah ve kendisi bitkindi. Tren garına ilk ayak bastığında buz gibi bir hava ile karşılaştı. İlk gözüne ilişen koskoca devasa bir saatti ve 02.45'i gösteriyordu.

Hava gerçekten çok soğuk ve ev çok uzaktaydı. Bu saatte eve nasıl gidecekti... Tren garı nispeten sıcaktı ama yine de çok üşüyordu. Zaten son zamanlarda da ellerinde bir titreme peyda olmuştu ama buna da pek aldırmıyordu.

Eve gitmek için bu saatte taksi de bulamazdı, bulsa bile zaten parası da yoktu. Bütün gücünü toplayıp, üzerinde emanet duran ceketinin yakasını ensesine doğru kaldırarak kulübesinden fırlayan bir köpek gibi attı kendini dışarı...

Bu şehrin gece yarıları çok soğuk olurdu ve bu soğuğa Zemheri ayazı denirdi. Bu soğuklarda 'İti bağlasan durmazdı' Bir müddet yürüdükten sonra istasyon caddesine çıktı ve yerlerin alabildiğine kaygan ve buzlu olduğunu gördü. Ayağında yıllar öncesinden kalma yazlık bir ayakkabısı vardı. Yürümekten ziyade ayakta durmaya çalışıyordu.

Caddenin sonuna kadar hızlı hızlı yürümüş ama yorulmuştu. Aslında yirmi iki adımdan sonrasını yıllar var ki unutmuştu. Bu kadarcık yürüyüş bile nefes nefese kalmasına yetmiş ve kalbi sıkışmaya başlamış, derin derin nefes almaya çalışıyordu. Bir anda bir apartmanın giriş kapısının açık olduğunu fark edince hemen içeri girdi. Dışarıya göre fena sayılmazdı. 'Biraz ısınır, biraz soluklanır ve tekrar yürürüm' diye geçirdi içinden...

Ama bu apartman girişinde de fazla kalamazdı bir gören olsa ne cevap verirdi ve ne diyebilirdi ki... Birazcık soluklandıktan sonra tekrar bütün gücünü toplayarak yürümeye başladı. Bir müddet yürüdükten sonra artık hiçbir şey hissetmiyordu adımlarını yavaşlattı ve usul usul yürümeye başladı.

Yaklaşık bir saat süren yürüyüşten sonra nihayet mahallesine gelmişti. Evlerinin bulunduğu caddenin başına gelince öylece kalakaldı. Bir heykel gibi dimdik duruyordu, etrafından şekilsiz gölgeler, tuhaf belirtiler, anlamsız şekiller görüyordu. Yedi yıla yakın bir zamandan sonra ilk kez geliyordu çünkü...

Bu cadde ikinci yüzüydü... Bu cadde de ve bu caddenin kaldırımlarında on yedi yaşında bir genci bırakmıştı! ve bu kaldırımlarda yıllar geçse de adı asla konamayacak misilsiz ıstırapları vardı. Sanki elini uzatıverse koşarak boynuna sarılacak ve doya doya ağlayacaktı.

Bu cadde annesinin kucağı gibi sımsıcaktı. Zemheri ayazlarında bile sımsıcak atan bir yüreğin serzenişlerini hep duymuştu. Oysa ne hayalleri vardı... Hepsi hepsi, hepsi şuralarda bir yerlerde yedi yıldan beri gerçek sahibini yani kendisini bekliyordu. Ama ne kadar yalnız olduğunu bir kez daha anlamıştı. Yaşamanın yeni bir şey olmadığını ve tek gerçeğinin yalnızlığı olduğunu bir kez daha iliklerine kadar hissetmişti.

İşte eve gelmişti... Bıraktığı gibiydi sanki. Hep hüzünlü, hep yorgun. Pencerede her zamanki gibi siyah perdesi vardı. Kapıdaki tokmak aynı tokmaktı. Usulca kapıya yaklaştı ve elini dokundurduğu anda sanki bir tuhaf olmuştu. İnanamıyordu... İçinden bir ses 'Kapıyı hiç çalma geldiğin gibi sessizce geri git' diyordu ama O annesine dayanamıyordu. Sonra annesi bugünlerde geleceğini de biliyordu. Ona kıyamıyordu! Kendisini düşündüğü yoktu zaten... Ona ikinci bir felaketi yaşatmaya da asla hakkı yoktu.

Annesini uyandırmamak için sabaha kadar bu soğukta beklemeye bile razıydı oysa... Kapıya ellerini usulca okşar gibi dokundurarak iki kez vurdu. Arkasından bir inilti duyar gibi oldu. 'Acaba bir daha denesem mi' diye düşünürken, ağır ağır yürüyen bir terlik sesi duyar gibi oldu. Bir daha kapıya dokunmaya yeltenirken yorgun ve bitkin bir sese kulak verdi.

- 'Kim o!'

Artık dayanacak gücü kalmamıştı. Ciğerlerini boşaltan nikotin kokulu ağlamaklı bir sesle cevap verdi.

?'Anne... Ben geldim...'

Birden ayak sesinin hızlandığını hissetti. Merdivenlerden koşar adım bir ses geliyordu. Usulca kapının aralığından o narin ve masum başını, nur yüzünü uzatarak tekrar seslendi...

?'Kim o, oğlum sen misin?'

Sesi çıkmıyordu, sanki dili tutulmuştu. Tepeden tırnağa kesif bir hüzne boğulmuş vaziyette gözyaşlarına hâkim olmaya çalışarak güçlükle cevap verdi...

'Anne ben geldim.'

Bu an için, sırf bu an için ölebilirdi. Dünya gözüyle annesini görmenin mutluluğunu yaşıyordu. Uzun zamandır yaşamadığı bir mutluluktu bu. Kapı ardına kadar açılmıştı. Beyaza dönmeye ve dökülmeye yüz tutmuş saçları bıyıkları buz tutmuştu ve artık daha çok üşüyordu.

Annesinin omzuna yaslanmış vaziyette beraber merdivenleri çıktılar ve odasına girdiğinde her şeyin yerli yerinde olduğu gördü. Yatağının hiç bozulmadığını, duvardaki guguklu saati ve hemen yanındaki lise çağlarında çektirdiği siyah beyaz resme bakarak, 'Bu ben miyim acaba' diye düşündü! Annesinin hep kendisine baktığını fark etti o an... Orta boyu bal rengi gözleri ve nur yüzüyle bir sabır ve çile abidesine, annesine bakıyor ve gözlerini ondan alamıyordu.

Annesinin, 'Hoş geldin oğlum' sesiyle kendine geldi ve iki eliyle annesinin elini tutup öptü ve 'hoş bulduk anam, anacığım' dedi. Annesinin, sanki yıllar öncesinden geliyormuşçasına ve ağlamaktan değişen sesiyle 'Aç mısın' oğlum sözüne cevap vermedi!

Belki kısa ama çocukluk zamanlarından hatırladığı en huzurlu uykusuna dalmıştı. Annesinin, odasına birkaç kez geldiğini, üzerini örttüğünü ve kendisi de bıkmadan seyrettiğini biliyordu. Çünkü bunu hep yapardı. Bu evin ilk oğluydu... Ama annesinin bilmediği ve asla bilmeyeceği öylesine çok şey yaşamıştı ki... Tek başına yapayalnız karanlıklar içinde bile kendine hep yabancı zamanları vardı. Gözleri uzaklara dalıyor, bazen üç gün, bazen bir hafta hiç kimseyle konuşmuyordu. Artık her şeye küskün ve kırgındı...

Bazı zamanlar çok erken kalkıyor sokaklarda boş boş dolaşıyor, 'dışarıya' alışmaya çalışıyordu. Eski arkadaşlarının birçoğu artık yoktu. En çok kızılırmağa gidiyordu. Alnını ağaçlara dayayıp içindeki uğultuyu dindirmeye çalışıyordu. Kendisini kızılırmağın o azgın ve soğuk sularına bırakmayı birçok kez istemiş ama cesaret edememişti.

Hayatını bir sonbahar mevsiminde, Kızılırmak köprüsünün üzerinde tekrar gözden geçirdiğinde tozlu köpüklere karışan kızıl suları ellerinde hissediyordu. Bu sularda çocukluğundan beri aradığı turna balığı vardı kendisi gibi amaçsız ve diplerde yaşamaya alışmıştı ve çok yalnızdı.

Ve... Artık dudaklarında içten içe söylediği ve sonraları adına 'Küskün Akasya' ismini vereceği şiirinin mısralarıyla arkasına bakmadan ve hiç gülmeden yürüyecekti...

Kapandı üzerime yalnızlığın kapısı
Dönenmiş bir geceyi aldı gözlerim
Sivas akşamından alıp götürdü trenler
Ellerim arkamda, ellerim kırgın...
Karanlıkta binlerce yıldız kırpışır
O artık küskündür ve belki suskun
Biliyorum. Anneme hicran yakışır.

Bir kafeste gölgemin gölgesindeyim
Kuytularda kalmış masalları ninemin
Dokunma mavilere bir an bak yüzüme
Yüzüm traşlı, yüzüm kan revan...
Duvarlar duvarlara benimle bakışır
Ne olur gitme anne, ne olur susma
Biliyorum. Anneme hüsran yakışır.

Eskimiş peykelerle kapalı ranzam
Örtülmüş her bir yanı perdelerle
Başım dizlerimde aşar okusam,
Suzidilaramı tahirpuselik mi makam?
Kızılırmak tozlu köpüklere karışır
Bir ilkbahar ki mışıl mışıl uykuda
Biliyorum. Anneme hazan yakışır.

Attaya götürmüş poyrazlar kundağımı
Kollarımdan şimdi iki baston yürümekte
Siyahtan daha siyah bir boşluktayım
Dört yanımı tufanlar bürümekte.
Serçeler artık feryat figan ağlaşır
İhtiyar bahçemde küskün akasyalar
Biliyorum. Anneme hüzün yakışır


1988

03 Mart 2010 8-9 dakika 4 öyküsü var.
Beğenenler (3)
Yorumlar (4)
  • 14 yıl önce

    Her bölümünü hissederek gözümde canlandırarak okudum.Tıpkı bir film seyreder gibi... Hüzünlüydü, iç dünyanızdaki sesiz fırtınayı ve anne sevginizi hissettirebiliyorsunuz okuyucuya...Yine yalnızlık duygusu da işlenmiş...

    Her Annenin yüreğinde evletları için duyduğu sevgi haricinde hüzün, hicran, hüsran vardır.O duyguları hissetmeyen anne yüreği yoktur Ama bazen duruma göre dozu çok fazlada olabiliyor.Annelerimize herşeyin en güzeli layık...İmkanı olsada yaratabilsek...

    Küskün Akasya'yı öyküsüyle beraber okuyunca dahada anlamlı geldi... Kutlarım Ahmet Bey...Şiirleriniz kadar öykünüzde çok güzel... Saygılarımla...

  • 14 yıl önce

    anneyle oğlun kavuşma sahnesi ancak bu kadar etkileyici ,iç acıtıcı,can yakıcı olabilirdi.çocuğun huzura kavuşması dileğiyle.

    sevgiler.

  • 14 yıl önce

    tebrikler..

    çok beğendim..👍👍👍👍

  • 7 yıl önce

    Yalnızlık ve hüzün kalemin değişmez değerleri

    ancak güzel bir dille anlatılıyor her daim

    İçtenlikle kutlarım Ahmet bey👑👑