Sü 1
Günü siyaha boyadılar.
Biraz da süslediler tabi, türlü ışıklarıyla.
Bense kendi boşluğumda yer edinmek istercesine sahil boyu uzuyordum. Dilime dolanan şarkının nakaratına siren sesleri eşlik ediyordu. İşte benim şarkım, diyordum: İşte yaşamın gayretli tınılarından oluşan bu muazzam nefesin şarkısı… Bir iyiliği tutup kolundan, onu karşılıksız arzusunda dansa kaldırmak istiyordum. Gece kadar, uzundu nefesim, bir nefes almaya binini vermek istiyordum. Adımı unutturan bir kokusu çevreliyordu etrafımı. Annem gibi türlü seviyordu beni her uzaklığından… İşte bu iyiliğe benzer iyiliklerin duygusunda zamanın hiç ilerlemediğini varsayıp kendime türlü çekingenlikler ısmarlıyordum. Dur, diyenlerin; yürü, diyenlerin; koş, diyenlerin kalabalıklarından kendime sakinlik arzuluyordum. Yorgun omuzlarını taşlar sürüyen bedenlerin önünde uzanıp ay’ı çevreleyen perçemli bulutların arasından kendisine göz kırpıyordum. Yanımdan kahkahasıyla geçen diğer yanımın hıçkırıklarını toplasa ya! Gökyüzünün hıçkırıklarını…
Sonra arındırdılar elbet günü,
Suyu hiç bitmeyen denizin, hiç bitmeyecek yolunun ısrarında, belki de ben yerimde duruyormuşum da deniz beni yürüyormuş gibi hissettiren uyuşukluğunda nedenini nasılını hiç düşünmeden teslimiyet prangalarını giydiğim sonsuz açıklığın kaşlarımı süzmesi kadar gerçekçi bir heyüla ile şehir berduşlarının kan tükürdüğü duvarların korkusuzluğuna kalem tutan arkadaşımı, yazdıklarını okuyunca da ‘daha neler bunu da mı yazdın,’ dedirtecek kadar hengameli titreyişlerini izliyordum.
Ta ki beni fark edene kadar; hayır dostum seni korkutmak istemezdim.
Hayır, dostum seni korkutmak istemezdim elbette; kalemini de öyle. Senin neden şu anda bulunduğunu ya da neden kalemi elinde böyle ürkek titrediğini merak etmiş de değilim. Yazmaya devam et lütfen… Hiç gelmemişim gibi, hiç yaşanmamışım gibi yazmana devam et. İçinden nasıl geliyorsa çiziktir lütfen; çizgilerinin anlamında bu mutluluğunu bölmek istemem. Duvarın sahibini mi soruyorsun, kiminse onundur, ne fark eder? Duvar , senin kaderindir. İşte böyle, neler yazıyorsun gerçekten! Alfabeni soluyorsun resmen! Dilini rüyalar süslüyor senin; uykularını avucunda tutarken. Kısacık bir hayatın varmış; bir varmış bir yokmuş. Ölümünü fısıldayan gerçekler, yokluğunu yaşatacak kelimeler dizi dizi evriliyor karşında… Sevgili dostum! Ne de uzun boyun, dikelmene mani oluyor duvar, ağrıyor mu belin yoksa umutların mı çok uzak? Seni anlayacak çocukları mı bekliyorsun, hayatın cenininde? Tarihin seyrine bakınca sen aslında ne güzel duruyorsun duvarların karşısında; oldukça mizahi ve bir nebze doğal ve hakiki gerçekçi… Gülüyorum, sana.
Ne!
Günü mü boyuyorlar yine, siyahına!
Korkma!
Işığını eksik etmez, o!
Toparlanma vakti…
Seninle geleceğim, biliyorum, başka bir duvara; gerekirse tırmanmak pahasına!
Elini ver bana, adını istemem!
….ama yine de ismini duvara yazdı; biçimsiz bir şekille yer yer incelen ya da kalınlaşan çizgileriyle orman alevini görmüş hatırlı yılan gibi kıvrılan bir ‘S’ harfi, yanına da sahipsiz bir ölümün üzerini örtmek amacıyla iki kişi tarafından açılmış bir çukurun seyrinde süzülen ak sırtlı bir akbabanın gözünde görülebileceği gibi bir ‘ü’ harfi, yanına da isminin devamını gölgeleyen kalın bir nokta:
SÜ. Memnun oldum Sü., sana bir virgül kadar dostça yaklaşıyorum ve ebediyete kadar seninle dostluk diliyorum.
Kendisi konuşamıyor. Dilsizliğin özleminde varoluşunun kabullenişini tekrar hazmeder gibi yanında durduğumuz duvara o da şöyle yazıyor: "Şu hayatta tek yapabildiğim ya da sonsuza kadar yapabileceğimi düşündüğüm şey budur. Duvarlara yazı yazmak… Ne kadar duvar varsa, o kadar duvara…. Harflerin sonsuz kombinasyonuyla, kendi kendime haykırarak! Sizin adınız nedir peki sevgili dostum.. "
Kalemi bana uzatıyor,
lakin iki kolumun da olmayışına uzatıyor, soruyorum: "Dostum, neyin öcünü alıyorsun benden? "
Kaşlarını çatıyor, dayanıyor duvara, yazıyor:
"Sen de sesinle sarıl bana…"
‘Yağmur yağacak ya geciktir gözyaşını ya da acele et. Çünkü inanmazlar.’
Sü., bu sözleri terk edilmiş bir hangarın eğrik duvarına harf harf resmederken gökyüzünde kara bulutlar yer yer toplanmaktaydı. Başını gökyüzüne doğrulttu önce sonra da sigarasını yaktı. Sıradan bir insan nasıl içine çekiyorsa öyle çekti dumanı içine; sıradan bir insan nasıl tutuyorsa öyle tuttu; sıradan bir insan külünü nasıl atıyorsa öyle... Ancak bu sıradanlığı buğulaştıran bir şey vardı onda. Gözlerinin kısıklığında görüyordum o şeyi; bazen paltosunun kabarık duran görüntüsünde, bazen de sürekli yanında taşıdığı sırt çantasının sökük ama bir o kadar vefalı duruşunda görüyordum.Zamanın örselenmiş geçişinde bir yerde arafta kalmış bir hal seziyordum onda; eski ile yeninin, klasik ile modernin bağlamında çok ince bir yerde sınır teşkil ediyormuş gibi hissediyordum. Yine de hiç yadırgamadı beni, özrümü yargılamadı. Duvarlara iz olmuş sessizliğinde sadece kendi düşünde akıp gidenlerle meydana gelen gerçek ile hayalin iç içe geçtiği muzip yaşamında sadece var olmak istiyordu, herkes gibi, o kadar…
Herkes gibi, evet.
Herkes var olmak için yaşar; ölüm var olmaya engel değildir. Öyledir Sü., bir gün sen buradan gidecek dahi olsan, izlerin kalacak değil mi? O zaman gerçekten gitmiş olur musun?
Neden gülüyorsun, Sü? Kafa ütülüyorum, öyle mi? Hayır mı, o zaman neden gülüyorsun?
Daha da kıkırdayarak duvarın diğer köşesine şöyle yazdı:
Yağmur yağar izleri silmek için
İnsan ağlar belki bu yüzden.
...


