Siyahın Doğuşu

Siyahın Doğuşu

Yakamda siyaha tutkun bir gonca. Çiçeklerini açması için siyahın en saf hali lazım ona.

Ah, bir kere görebilsem, diyorum çiçeklerini...

Ama biliyorum, bir kere açarsa eğer, bir daha göremeyeceğim güneşi...

Bir sabah uyandım. Rüyamda İlahi bir ses bana görevimi fısıldamıştı.

Aslında her şey oldukça basit bir mekanizmayla çalışıyordu…

Pedalları çevirdiğim sürece güneş gökyüzünde asılı kalacaktı. Tüm bu basit mekanizma inançla ilgiliydi temelde. Ne kadar inanırsam o kadar dayanacaktım, ne kadar dayanırsam o kadar yıpranacaktım…

Ne için ya da kimin için gibi gereksiz sorularla zihnimi karıştırmaya gerek yoktu.

Dedim ya, her şey basit bir mekanizmayla çalışıyordu…

Sadece...

Fazla kurcalamadan pedalları çevirmem lazımdı…

Görev basitti.

Yol yoktu gittiğim. Gittiğim bir yol olmayınca mesafeyi söylemek gereksiz ve bir o kadar da anlamsızdı.

Yol yoktu ama yolculuk vardı. Yorucuydu da üstelik bu yolculuk. Dedim ya, ne kadar inanırsam o kadar dayanacaktım ama ne kadar dayanırsam da bir o kadar yıpranacaktım…

Ama… aması yoktu işte...

Yolculuk devam etmeliydi.

Bitişi olmayan bir yolculuktu benimkisi. Ya da ben öyle sanıyordum.

Kim bilir kaç defa ruhumdaki derin kuyuya ellerimi daldırıp yüzümü karanlıkla yıkadım, saymadım. Serinlemem gerekiyordu, ihtiyaçları ertelemek tamamen ortadan kaybolması demek değildi. Bu yüzden ruhumu boşaltmayı göze alarak ellerimi o derin kuyuya daldırıp içindeki siyahı yüzüme vurdum. Vurdukça serinledim, serinledikçe karardım, karardıkça azaldım… azaldıkça ağırlaştım…

Yine de dayanmam lazımdı. Her şey inançla ilgiliydi. Eğer inanmayı bırakırsam, dayanamazdım, dayanamazsam…

Eğer… eğer falan yoktu. Görev basit ve kutsaldı.

/ İçten içe kendi şeytanıma hak veriyordum. Dayanamazsam belki de ilk defa siyaha aşık bir goncanın çiçeğe durmasına tanık olacaktım./

Ama...amalar bir gün gerçek oldu...

Bir gün, o gün tam olarak hangi gündü bilmiyorum ama karanlık bir gündü… emanete sahip çıkamadığım o gün işte…

Ruhumdaki kuyudaki son siyahı yüzüme vurmuştum. Bir süre daha o siyahla pedallara asıldım, asıldıkça güneş daha da yükseldi, yükseldikçe daha da uzaklaştı ve sonunda görülemeyecek kadar çok parladı.

Benim siyahım bitti, güneş saklı ışıklarını bile yaktı, gökyüzü bakılamayacak kadar parlaktı…

İşte tam da o an siyahın en koyu tonu doğdu.

İçimde ilk tükenen hangisiydi hiç bilemedim. İnanmayı bıraktığım için mi, dayanamadım. Yoksa ruhumdaki siyahı tükettiğim için mi daha fazla dayanamadım…

Belki de dedim, baştan bitmeye mahkum bir oyunun talihsiz oyuncusu olmuştum. Her şey anlatıldığı kadar da basit bir mekanizma ile işlemiyordu. Ne kadar inansam da, ne kadar dayansam da, her şey bir gün bitmeye mahkumdu. Işık bile en parlak halinde kendini yok edip siyaha evriliyorsa benim sonsuza kadar aydınlık kalmam söz konusu bile olamazdı.

Yokluk dedim, siyah yokluğun rengi miydi...yoksa bir şeyin kendini bitirip başka bir şeye dönüşürken geçireceği zamanın maskesi miydi...siyah sonun değil de başlangıçların mı habercisiydi…

Bir soru daha sormak istedim ama...

Tüm sorularım siyahın en saf tonunda kendini yitirdi...

Artık çok da önemi yoktu bunları düşünmenin, aydınlık giderken kendiyle beraber bilinenleri götürdü ama siyah en saf haline büründüğünde siyahı tenine ışıl ışıl giydirmiş bir çiçekle can buldu…

Anladım ki, artık hiçbir şey anlatıldığı gibi değildi...

14 Aralık 2022 3-4 dakika 96 denemesi var.
Yorumlar (2)
  • 16 ay önce

    İnandığımız değerlerin yok olduğunu gördükçe doğal olarak da inancımızı yitirmeye ve sorgulamaya başlıyoruz dahası insanlara olan güvenimizi, bitişi olmayan yol mu yola koyulan yolcu mu yoruldu içimiz cevapsız sorularla dolu ne diyelim bir gün umuduyla yine de .

    Tebrik ve sevgilerimle Menekşe hanım